SİVİL TOPLUMDAN… Liman kimin malı?

Galataport projesi nedeniyle gündeme gelen bölge bir zamanlar dünyanın en önemli ticaret limanlarından biriydi. İstanbul’da ilk modern belediye olan 6. Daire’nin yaptığı ilk iş limanı düzenlemek olmuştu. Galata ve Beyoğlu’nun gelişmesi bu liman sayesinde olmuştu.

Eğer taşınan yük kapasitesi dikkate alınırsa, yüz yıl başında İstanbul limanı Avrupa’daki bir çok limanın önünde geliyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ford burada bir otomobil montaj fabrikası bile kurmuştu. 1930’larda İstanbul’un limanı devletleştirildi. 1950’li yıllarda ise yıkımların ve yol genişletme çalışmalarının sonucunda yeniden inşa edildi. 1960’lara gelindiğinde antrepolar daha yeni inşa edilmişti ve iş merkezi olan Galata ve Beyoğlu’nun kıyısı Türkiye’nin en önemli dış ticaret limanı olarak bir devlet kuruluşu yönetilmekteydi.

80’li yıllarda kent merkezindeki bu bölge artık işlevini yerine getiremez hale geldi. O tarihten bugüne kadar kentin işlevini yitiren diğer kamu alanları gibi, boş, kullanım amaçsız, kapalı bekliyor. Bu yük limanı bugüne kadar kent ile deniz arasına geçit vermez bir duvar ördü. En az bir yarım asır boyunca İstanbul bu yanlışa katlanmak zorunda kaldı. Sonra da en az bir yirmi yıl da kent merkezindeki bu değerli alan metruk ve kapalı bir vaziyette kaldı. (Bırakın yirmi seneyi, bir kent için bir sene bile büyük bir kayıp.

Bazen bir senelik bir kayıp bile kentin bu bölümüne yapılacak yatırımın maliyetini aşabilir.) Şimdi gene tepeden inme alınan bir kararla İstanbulluların bu bölgenin bir özel kuruluşun malı olmasına katlanması bekleniyor.

Diyorlar ki, “ya eskisi gibi mi kalsaydı?” (Alın size bir soru.) Karşı çıkmaya kalktığınızda bu alanın yük limanı biçiminde kullanılmasını ya da metruk bir biçimde bırakılmasını savunuyor olacaksınız! Böyle bir ikilem, bir kente olduğu kadar İstanbul gibi bir kentin fikir insanlarına, halkına karşı yapılabilecek en büyük haksızlık. İstanbul’un cıvıl cıvıl renkleri olan kent merkezinin sahilinin onlarca yıl bir duvar inşa edilerek yük limanı olarak kullanılması, kentlilere kapatılması yetmiyormuş gibi, şimdi de olabilecek en tepeden inmeci kararla bir özel kuruluşun malı olmasına da sesinizi çıkaramayacaksınız.

Böyle bir şeyi aklınız alıyor mu? Kimsenin”kentte hiçbir şey değişmesin, kentin merkezi yük limanı olarak kalsın” dediği yok. Değişim elbette ki olacak, bir kent için değişim kaçınılmaz. Önemli olan İstanbul gibi bir kentin üretim (sanayi), depolama gibi işlevler desantralize edilirken hiçbir politikaya sahip olmaması. Değişimin dar bir perspektiften algılanması ve kentin gelişmesini sağlayacak demokratik bir biçimde yönetilememesi. Tehdit büyük: Ya böyle (yani eskisi gibi) kalırsa?

Sanki bir kent için başka bir değişim modeli yok. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan “devletin elindeki kuruluşları kim daha iyi yönetir” diye gazetecilere soruyor: Biz (yani devlet) mi, yoksa özel sektör mü? Cevap (koro halinde) “özel sektör.” (Bakan haklı. Devletin rakı, bira, şarap üretmesi elbette ki gerekmiyor.) Ama sayın bakanın da çok iyi bildiği gibi kamunun ürettiği şey rakı, bira, şarap değil, politikadır. Peki politikayı kim üretir? Kentleri kim yönetir? Devlet mi, özel sektör mü? Bu cevap yerinde ise, o zaman kent yönetimlerine neden ihtiyacımız olsun? 

Satılan tatil köyü, marina değil. İstanbul’un limanı

Dikkat ediniz: Satılan herhangi bir yerdeki tatil köyünün, marinanın işletme hakkı değil. Kentin merkezinin sahili. İstanbul’un limanı. Bir özel kuruluşa kentin en önemli bölümünü istediği gibi yönlendirme imtiyazı veriliyor.

Yöntem belli. Kötü yönetimin eseri olan devletin borçlarını gene bir kötü yönetim örneği olan ortak kullanım alanlarımızı satarak, imtiyaz hakları tanıyarak ödeyeceğiz. Kentin amaçlarının yerine çıkar amaçlı bir kuruluşun amaçları geçecek. İstanbul kaybedecek, beceriksiz yöneticiler kazanacak. Bu yönteme “yap işlet devret” yöntemi deniyor ama bu da doğru değil. Büyük bir olasılıkla 50 yıl sonra kamuya devredilecek bir şey kalmayacak.

Bu süre içinde (belki çok daha da önce) proje kullanım ömrünü çoktan tamamlamış olacak. Küçük bir hesap yapalım: Buraya günde 5-6 gemi yanaşacak. Her gemide 2000 kişi olsa, aşağı yukarı 10.000 turist eder. Bu turistlerin günde 2000-1000 Dolar bıraktığı hesaplanıyor. Bu da diyelim yılda en az 4 milyar Dolar etsin. Bu büyüklükteki bir kaynağı yönlendirme hakkı yalnızca bir kuruluşa, bir tekele bırakılacak. Bir şirket İstanbul’un imkanları üzerinde bir tekel oluşturacak. Ortak bir kullanım alanını özelleştirmek demek, imtiyaz hakkı vermek demektir. Dikkat ederseniz kamu politikası ile tanımlanan bir işletme alanı değil, bir kamu alanını yönetme hakkı, bir kamu işlevi özelleştiriliyor. Diyorlar ki kamu borçlarını kapatmak için bu gerekliydi. Çıkar amaçlı bir özel kuruluşun dar perspektifi İstanbul’un ve bu bölgenin taşıdığı potansiyel fırsatları ne ölçüde değerlendirebilir? 

Türkiye’de kötü yönetimin eseri olan borçları imtiyaz hakkı verilerek, eldeki imkanlar böylesine bir perspektifle değerlendirilerek kapatılabilir mi? İstanbul’un en önemli sahil şeridinin Ankara’dan yönetilmesi ne kadar yanlışsa, bir özel kuruluşun malı olması da o kadar yanlış.

Kent yönetimi nerede?

Peki kentle ilgili bu kadar önemli bir konuda bizi uyandırması gereken kim?
Muhalefet her zaman olduğu gibi sorunun her şeyden önce bir ‘politik tercih’ olduğunu söyleyecek. Belki (belki mi?) hükümeti, paragöz küresel sermayeyi suçlayacak. İktidarın kenti küresel sermayeye peşkeş çektiğini iddia edecek.

Oysa artık bu işin görünür öznesi kadar, kentin kamu alanlarının planlanması konusunda hiç bir şey yapmayarak bu sonuca yol açanın da sorumlu olduğunu görmek gerekiyor. İstanbul’un kaynaklarına, imkanlarına merkezi yönetim el koyuyor. Kent yönetiminin sesi çıkmıyor.

Kent yönetimi elinden planlama yetkisinin alınmasına karşı çıkacağına hükümetin önünü açmaktan, İstanbul’un Ankara tarafından yönetilmesini kolaylaştırmaktan sözediyor. Kent yönetimi bilgi paylaşmadan, kentin amaçlarını belirlemeden, hükümetin oldu bittileriyle hareket ediyor. Kamu alanları özelleştirilirken, bir kentin hayat damarı olan profesyonellik, bilgi üretimi belediye şirketleri aracılığıyla patronajına geçiyor.

Katılımcı olmayan, profesyonelliği dışlayan bir yönetim modelinin kentin enerjisini harekete geçirme imkanı yok. Bu nedenle bugün değişime direnen tutucu sol muhalefet değil. Asıl bu değişimi kente dair politikalar üreterek yönetemeyen ve kapalı kapılar ardında iş görmeye alışmış küçük bir azınlık.

Kamu ile informel ilişkiler geliştiren, ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen, karanlıktan yararlanan kesimler. Bu kesimler uzun vadede iktidarların da başarısını engelliyor. Bu nedenle İstanbulluların İstanbul üzerinde söz sahibi olması için bağımsız kuruluşlara, profesyonellere iş düşüyor.

Ne tepeden inmeci kamu fikri, ne de özel kuruluşların dar perspektifi İstanbul gibi bir kent için yeterli olamaz.  İstanbul’da küçük üretimin (ki buna turizm işletmeleri de dahil) desteklenmeleri gerekli.

Bölgedeki fırsatlar yalnızca büyük sermayenin kullanabileceği fırsatlar olarak kalmamalı. İstanbul’un Ankara’da, kapalı kapılar ardında projelendirilmesi yerine örneğin Galata ve çevresinde halkı dışlamayacak, bütün bölgeyi kapsayacak bir yönetim modeli oluşturulmalı. Denizle kentin ilişki mekanı, liman kentin malı olmalı.



 

1633720cookie-checkSİVİL TOPLUMDAN… Liman kimin malı?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.