İSVİÇRE’DEN… Emin Çölaşan’a mektup!

Sevgili Emin abi, bu mektubu size İsviçre’nin Zürich kentinden yazıyorum. Biliyorum, gözden çıkarılmanın acı hançerini hala sırtınızda hissettiğiniz şu gönlerde, size böylesi bir mektubu yazmamı belki zamansız bulacaksınız. Belki, kırılacak, öfkeleneceksiniz, ne var ki Emin abi, inanın kovulmanız beni üzdü, eski anılarımı depreştirdi. Uzak hayallere daldım… 

Doğrusunu söylemek gerekirse ben pek okurunuz sayılmam. Yazılarınızı sonuna kadar okuduğumu hiç hatırlamıyorum. Çoğu zaman başlıklarına bakıp geçtim. Ancak bundan, on dört yıl önce henüz 19 yaşındayken, hemen hemen her gün yazılarınızı dinlemek zorunda kaldım. O zamanlar bu zorunlu dinlemeden duyduğum acıyı, kısa bir mektupla size yazmıştım. Okudunuz mu bilmiyorum.

1993 yılını hatırlarsınız, neredeyse her gün, köşenizi PKK’ye ve Abdullah Öcalan’ın Ermeni olduğuna ayırırdınız. Sizi zorunlu olarak dinlememe rağmen, safınızın devlet zorbasının yanı olduğunu bilmeme rağmen, (çünkü devletin yaptıklarını hiç yazmadınız) bir insanın Ermeni olmasının nasıl bir fenalık olduğuna akli selim bir cevap bulamadım. Sonra, insanları “Ermenilikle suçlamaktan” vaaz geçtiniz. Bunda size yazdığım o mektup etkili oldu mu bilemiyorum…

1993 yılında İzmir Buca hapishanesinden, henüz 19 yaşındayken yazdığım o mektupta, amca çocukları iki Kürtün hikayesini ve onların size olan, “düşkünlüklerini” yazmıştım! Bugün, ömür boyu hapis cezası almış bu iki akraba Kürt hala hapishanede.

Emin abi, aradan uzun zaman geçti. Ancak ben ne zaman işkence dense, ne zaman Türkiye’nin doğusunda asker dense, hikayelerine yakından tanık olduğum bu iki Kürt’ü hatırlarım ve tabii ki, cezaevi havalandırmasını… intihar bombacısı dendiği zaman ise, sizin o bitmez tükenmez, öfkeyle, devlet zorunun yanında kalem sallayan, hakaretler içeren, öfke saçan yazılarınızı hatırlarım.

Emin abi, biliyorum bugün sizde de bir mağdursunuz. Hem de mağdurların en mağduru. Umarım yıllarca verdiğiniz emeğin karşılığı olan,  sosyal haklarınızı, kıdem tazminatınızı filan almışsınızdır. Verdiğiniz röportajda, fena bir tongaya geldiğinizi söylemişsiniz. Ama gene de,  yıllarca kapısında, kraldan çok kralcılık yaptığınız gazetenizin size,  ‘yaşlanmış, artık bizi savunamaz’ muamelesi yapmasına rağmen, ‘sadakat kapısını’ hafiften aralık bırakarak, “dava açmayacağım” demenizi  fazlasıyla manidar buldum..

Öyle olsa dahi Emin abi, bu sizi size hatırlatmam azlık yapmamalı. Bu hatırlatma, en azından artık yer yer dökülmüş sakalınızı kaşırken, size bir anlam dahi katabilir. 

Emin abi, ben 1993 yılında bir sol örgüt davasından İzmir Buca hapishanesindeydim. Kürt mahkumların arasındaydım. Eski bölüm, dördüncü ve beşinci koğuşta kalırdım. Kaldığım koğuşta her biri üçer katlı 30 ranza vardı, ranzaların hepsi doluydu ve büyük operasyonlardan gelenler olduğunda, bazen dönüşümlü yatıldığına dahi tanık olurdum. Bir o kadarda karşı koğuşumuzda vardı. O bir yıl içinde bu iki koğuşun sayısı, 120’nin altına hiç düşmedi.

Bilir misiniz bilmem, Kürtlerin çoğu okuma yazma bilmez. Buca cezaevinin 4. ve 5. koğuşlarında yatan Kürt tutukluların orta yaş üstü olanlarının neredeyse yarıdan fazlası okuma yazma bilmezdi. Bu sebeple iki koğuş olarak, ortaklaşa aldığımız üç gazeteyi aksanı iyi olan bir tutuklu tarafından, öğle yemeğinden sonra havalandırmada yüksek sesle okunur ve parmakları arasında tespihlerini çekip, ağır ağır çaylarını yudumlayan tutuklular okunan haberleri dinlerlerdi.  İşte benim sizinle tanışıklığım bu dinlemelerde oldu. “Hayranlarınıza” burada tanık oldum!

Emin abi, ben bu gazete okumalarını çoğu zaman bir roman olarak dahi düşünmüşümdür. Romanın ana teması senin köşe yazın okunurken, senin deyiminle “terörist”, benim gözümde Kürt “esirlerin” yüzlerinde oluşan mimikler ve günlük makalenizin sonuna doğru, gittikçe bir öfkeye dönüşen ruh halini yazmayı çok düşünmüşümdür. Sizin bu hapishanedeki, “gizli hayranlarınızla” aranızda oluşan duygusal bağı… Bugün işsiz kaldığınız için belki siz yazarsınız…

1993 Buca hapishanesinde gazete okumaları şöyle olurdu: iki kişiden oluşan bir gazete komisyonu, okunacak haberlere çarpı işareti koyardı. Tüm haberler bittikten sonra da, beğenilen iki üç köşe yazarı okunur ve gazete okuma saati son bulurdu.  Bu köşe yazarları genelde sizin entel-liboş dediğiniz tipten yazarlar olurdu. Umutlanırlardı, bırakılacağız diye, kardeşlikten bahsediliyor diye. Ancak o gün siz makalenizi Kürtlere ayırmışsanız işler değişirdi. En son siz okunurdunuz ve okuma sizin köşenizle son bulurdu.  Hem de ne son bulma!!! özellikle okuma yazma bilmeyen, ya da fazlasıyla genç olan tutukluları can damarından vururdunuz. Yazınız okunurken, hop oturup hop kalkarlardı. İnanın bana, Buca hapishanesi 4. ve 5. koğuşun havalandırmasından yükselen küfürlü homurtuları, baş düşmanınız Melih Gökçekten dahi yememişsinizdir.
Sonra şunu fark ettim, eğer o gün siz köşenizi Kürtlere ayırmamışsanız, garip bir hüzün olurdu. Özellikle  yaşlı dinleyicileriniz gazete okuyan liseli çocuğa,.. “Havala Ömer, Emin Çölaşan yok mu?” gazete okuyan çocuk, biraz sinirli ve Diyarbakır kırık üslubuyla, Mehmet Sadık arkadaş yok dedik ya…

Sizi kaldığım 4. ve 5. koğuşta okurla böylesine haşır neşir yapan,  Mehmet ve Hasan Akbaba adında iki amca oğluydu. İki amca oğlu 1980 öncesi İran Türkiye arasında silah kaçakçılığı yaparlarmış. Örgüte silah satarlarken yakalanmışlar, 90 gün bir askeri üste sorguda kalmışlar. Sorgu yüzbaşı Mehmet’in her iki ayağının dibine bir tahta koymuş ve onluk inşaat çivisiyle, Mehmet’i tahtalara çivilemiş. Hasan amcaoğlunun bu bağırtılarla, ayağına çivili iki tahta parçasıyla tuvalete götürülüşüne dayamayıp bayılmış. Hala da amaca oğluna bir gururla bakardı Hasan..  Mehmet’se, her iki ayağında çukur birer beyaz leke, İzmir Buca hapishanesinin havalandırmasında, tüm 93 yazı yalın ayak dolaştı. Bu hazreti İsa işkencesini bir gurur gibi taşırdı ayaklarında.  ..

Mehmet çat pat bir araya getirdiği harfleri, kaldığı Diyarbakır zindanında öğrenmiş. Hapishaneden çıkar çıkmazda dağa çıkmış, devlete karşı silah kuşanmıştı. Sayısız çatışmalara girmişti..

Mehmet Akbaba, örgütün koğuş yönetimindeydi. Sizin yazılarınızın okunmasına itiraz ettiğim de, bunun Mehmet’in talebi olduğunu öğrendim. Bir yaz akşamı, havalandırmada Mehmet’le volta atarken, sizin yazılarınızın insanları eğitmediğini, aksine kışkırttığını söylediğimde, benden bu soruyu bekliyormuş gibi;  gözleri mutluk ve intikam duygularıyla güldü ve bana şu cevabı verdi. Havale Haydar, Emin Çölaşan okunurken arkadaşlara bak, nasıl öfkeleniyorlar. . . konuşmamız uzun sürdü. Ama aklımda kalan can alıcı nokta, sizin yazılarınızı dinleyen, Kürtün, buradan çıkar çıkmaz “bir bomba olup patlayacağını” söylemesiydi. Yani, Emin abi, Mehmet Akbaba, Kürt’ü dağa yollayanın kendisi olmadığını, sizin yazılarınız olduğunu söylüyordu.

Sonraları çok düşündüm Emin abi. Haklıydı. Okuma yazma bilmeyen, senin ve senin gibilerin ne yazdıklarını bilmeyenler dağa çıkmıyordu. Ne zaman ki, Kürtler liseye Üniversiteye gidiyor, ne zaman ki, senin ve senin gibiler neler yazdıklarından haberdar oluyorlardı, işte o vakit dağa çıkıyorlardı. İnanmıyorsanız bana Emin abi, sizin devletle ilişkileriniz iyidir, her hangi bir ilin emniyet müdürlüğüne telefon edin, dağa çıkanların kim olduğunu bir sorun..

Sevgili Emin abi, sen ve sizin kaleminizi kendisine esin kaynağı yapan diğer köşe yazarları, inanın bana epey nefret tohumları ekti. Kardeşçe yaşamak gerektiğini hiç mi hiç düşünmediniz. Muhalif gözüktünüz. Oysa yalandı. Herkes bilir ki, bizde iktidar, parlamenter değildir, bir devlet biçimidir. Siyaseti tayin eden devlettir. İnsanları bir birine düşman kılan, yoksulu ezen, siyasi iktidarlardan çok devlet erkidir. Ve siz Emin abi, şekli olan iktidarlara karşı olurken dahi, devlet zorbasının İsa işkencelerini hoş gördünüz, övdünüz. Türk Silahlı Kuvvetlerinin önünden geçerken, hep düğmelerinizi iliklediniz.

Devlet zorbasının acısını çekenler, köyleri yakılıp yıkılanlar, sizi okuyarak öfkelendiler, dağa çıktılar…

Okudum, Ertuğrul “güle güle” diye bitirmiş size ayırdığı veda yazısını. Ne acı değil mi Emin abi? Yıllarca pohpohlan, en çok okunan yazar, en yiğit savaşçı densin, sonra kapı dışarı etsinler. . .
Emin abi, seni sokağa saldılar biliyor musun? Sahi kaç korumanız vardı? Sivil hayatınızda göreceksin ki, sizin kalın kapıları arkasına saklandığınız Hürriyet Gazetesi’nden daha güvenilirdir. Sokaklar, küçük çocuklara kurşun sıkan Güvenlik Güçlerinin vicdanından daha vicdanlıdır.. . İnan bana Emin abi, elinizi kollunuzu sallaya sallaya dolaşın…  Sokakları canavar gösterip sizi sokaktaki insanlardan koruma masallarının ne kadar yalan olduğunu siz de göreceksin…

 Ama Emin abi, Mehmet’in içine ektiğiniz düşmanlık tohumları hep filizlenecek, bunun vicdan azabını bir kez olsun dahi çekecek misiniz ben onu merak ediyorum!!!… Emin abi,  Oran Veli’nin Kasapçının Ciğercisi ile Sokak Kedisini anlatan bir şiiri var, okuyun derim.  Sokak kedilerine hor bakanlar, yaşlandıklarında, kasabın kapısından dahi içeri sokulmazlar. Her yanaştıklarında o eşiğe, böğrüne tekmeyi yerler. . . 

Emin abi, böğrünüze tekmeyi yedikten sonra, o kapıdan içeri sokmaz Aydın bey sizi. Onun için siz siz olun giderken dahi, bir kez dahi olsun kendiniz olun, “dava açmayacağım” demeyin. Kuyruğu dik tutun, en azından böyle böğrünüze tekmeyi yemişken, başka bir kedi bulmuşken Kasap, önünden dahi geçmeyin Hürriyetin… En azından içerdekilere bir faydanız olur. ‘Bak nasılda dükkanın etrafından gelip gidiyor’ demesinler…

Belki meseleyi daha anlamadınız Emin abi. Belki dava için, devlet kuşunun işaretini bekliyorsunuzdur. Ama inanın Emin abi, bu işaret oradan, o kuştan geldi. Sizi gözden çıkaranlar onlardı. Birde buradan bakın, Ertuğrul’un o, “güle güle” sine…


 

1091690cookie-checkİSVİÇRE’DEN… Emin Çölaşan’a mektup!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.