TEKDİR USLANMAYANIN HAKKI KÖTEKTİR

Başlıkta yarısını aldığım ünlü sözün sahibi Ziya Paşa’dır. Sözün tümü ise şöyledir: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanının hakkı kötektir”. Bu söz söylenirken sanki bugünler görülmüş. İklim değişiklikleri yaşanıyor, küre elimizden kayıyor, gelir dağılımı hızla bozuluyor, sosyal düzen kökünden sarsılıyor, para hırsı tedavi edici sağlığa yönelmiş, bu denli bozulan çevrede halkın sağlığına tedavi edici sağlık hizmetleri de kifayetsiz kalıyor. Daha da çoğaltılabilecek böylesi örnekler toplumların nasıl şuursuz ve mantıksız dürtülerle yönlendirildiğinin göstergesidir. Amaç, sistematik bir düşünce yapısı oluşturulması gerekliliğini ortaya koymaktır. O da şudur ki, evrende her mikro ya da makro olay, içinde oluştuğu tarihsel süreçten soyutlanarak tekil ve statik olarak ele alınamaz. Sistem o denli güçlünün yanında ve şaşırtıcıdır ki, maalesef, hiçbir olayı sebebi ve çevresiyle, tarihsel oluşum sürecinde ve karşılıklı ilişki içinde ele almamıza olanak sağlamıyor. Kriz oluşuyor, nedenini sorgulamadan, çözümünü harıl harıl tartışıyoruz. Üstelik bu ateşli ve akademik görüntülü tartışmada(!), farkında olarak ya da olmayarak, genetik yapısına girmeden sistemi koruyor ve güçlendiriyoruz. Maalesef, günümüzün salgınında da nasıl korunacağımızı, biraz da cahilce, konuşuyor, önlemlere yine cahilce kısmen uyuyor ya da burun kıvırıyoruz, ama nasıl buralara gelindiğini zerre kadar tartışmıyoruz; yani, işin köküne inmiyoruz. Hiçbir habasette işin köküne inmiyoruz, çünkü orada çıkar ilişkiler ağı ellerinde kazma küreklerle potansiyel karşıtlarını bekliyor.    

İnsan ömrü kısa olduğu için olaylar dinamik boyutu ile değil, statik boyutuyla durağan olgu ya da oluşum olarak algılanmaktadır. Örneğin, yaşam süresi 60-80 yıllarla sınırlı olmayıp, 25-300 yıl gibi uzun zaman boyutuna yayılsaydı, o zaman yaşananlar dinamik süreçte algılanarak uzun erimli değişim süreçleri anlaşılır ve ona göre önlemler alınabilirdi. Böylesi dinamik ortamda dahi sistem nasıl tepki verirdi, o da ayrı bir sorun! Zaman boyutu siyasi kadrolar için insan yaşam süresinden de kısa olduğu içindir ki, iktidarlar hâkimiyet dönemlerinde her şeyin emirleri altında olduğu yanlışına kapılıyorlar. Kısa iktidar süresinde hâkimiyet kuran, keyif süren, hatta oldukça birikim yapan siyasiler(!), siyasi yaşam süresinin kısalığı nedeniyle bu süreyi atlatabileceklerini düşünebilmektedirler. Siyasiler de birer beşer olarak zaman zaman şaşıyor ve toplum değerlerinin zarar görmelerinin önlenmesi amacıyla saklı tutmayı yeğlemektedir. Örneğin, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala vs korunan değerlerdir. Oysa kâinatta her şey hareket halindedir ve çeşitli duraklardan geçerek daima olumluya yönelirken, geçmişin kara lekelerini silmeyi de ihmal etmez. Tarihin geriye yürümediği tezinin anlamı budur.

Sosyal olaylara benzer biçimde doğa olayları da birikimli seyrederken, kısa yaşam süremizde net algılama yapıp, karar alamıyoruz. Hal böyle olunca, uzun erimli nicel birikimlerin bir anda nasıl nitel sonuçlarla karşımıza çıkabileceğini öngöremiyoruz. Doğanın elimizden kayması, çevre tahribatının uzun vadede oluşturduğu birikimli süreci dikkate almamanın sonucudur. Doğayı kirleten faaliyetin yararını kısa sürede çok dar bir kesim elde ederken, olumsuz sonuçları uzun dönemde ve yayılı olarak ortaya çıkmaktadır. Bir faaliyetin kişiye sağladığı anlık yarar ile çevreye yaydığı tahribat anlık ve doğrudan ilişki olarak yaşanmadığından uzun erimli olumsuzluklarla karşı karşıya kalıyoruz. Ana akım iktisatta dışsallık ya da, etkinin yayılma alanına bağlı olarak, küresel kamusal mal olarak işlenen böylesi konuların çözümüne götüren politikalar maalesef yetersiz kalmaktadır. Daha da derinde yatan neden, Marks’ın vurguladığı gerçeği dikkate almamamızdır, “Şeylerin görünüş biçimleri ve özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi ”.  Bilim ve felsefenin yerini gericilik ve hurafeler alınca, sonuç kaçınılmaz olur. 

Küresel ve yerel boyutta çevre sorununun ihmali uzun vadeli nicel değişimlerin bir anda farklı alan ve boyutta nitel eğişim olarak patlamasıdır. Kapitalizm piyasa değişim değeri olan tedavi edici sağlığı öne çıkarıp, kamusal hizmet niteliğindeki koruyucu sağlığı geri plana çekerken uzun dönemde halkların ne zaman ve ne boyutta zarar görebileceğini bir ihtimal hesabı olarak dahi dikkate almamıştır, almamaktadır. Tedavi edici sağlık hizmetlerinin de yaygın ve bedava verilmesini reddeden kapitalist sistem, günümüzde olduğu gibi halkları koruyabilmek için, daha da önemlisi imtiyaz sahibi varsılları koruyabilmek için, milyonları harcamak zorunda kalmaktadır. Ne var ki, bu süreç de kapitalistlerin çıkarına işlemektedir. Hizmetin yaygın ve kolay ulaşılabilir konuma getirilmemesi durumunda Turgut Özal’ın vefatında yaşandığı gibi, en üst düzeyli siyasinin dahi sağlığının ne denli tehlikeye girebileceği net olarak görülebilmektedir: Hayret verici ders misali; hararetli özelleştirme yanlısı bir liderin uğradığı üzücü son! 

Ekonomik kriz, iklim krizi, sağlık hizmetlerinin aksaması, sosyal yozlaşma ve çöküş vb gibi günümüzde yaşananlara tanık oldukça, geçmişte neo-liberal politikaların yüceliğinden, insanlığa nasıl yeni bir medeniyet sunduğundan ya da insanları özgürleştirdiğinden dem vurarak tv kanallarını işgal edenler kadar, akademilerde vaazlar vererek, sermaye yanlı politikalara halkı ısındırmaya çalışan işgüzarları düşündüm. Sağlık sigortasının özelleştirilmesini, hiç sıkılmadan Şili örneğini de vererek savunan sermaye-şorlar acaba bugünlerde ne düşünmektedir, merak ediyorum! Kapitalizm refah devleti politikalarını uygularken de, sosyal devleti sahneden indirirken de kesinlikle halkın değil, daima ve sadece sermayenin emrinde ve onun çıkarı doğrultusunda hareket etmiştir. 

Liberalizmin tarih sahnesine sürüldüğü onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda ne bugünün yaygınlaşmış ve derinleşmiş vahşi kapitalizmi ne de böylesine sermaye emrine girmiş araçsal devlet vardı. O dönemlerde toplumsal olan serbest rekabet sistemi, günümüzde toplum düşmanı tekelci piyasa modeline dönüşmüştür. Neo-liberalizm dediğimiz politikalar da, geçmişte sermayenin hâkimiyetini pekiştirmediği dönemin piyasa organizasyonu ve işleyişini, sermayenin insan ve toplum aleyhine derinleştiği günümüz koşullarına uyarlamasıdır. İki farklı alt-yapı üzerinde iki aynı üst-yapı ya da siyaset olamaz. Ama oldurdular, hem de aydın ve akademik geçinenlerin himmetiyle, günümüzün halk-düşmanı politikaları geçmişteki halk-yanlı cilasına bulayarak! Ne var ki, doğa ve tarih şarlatanlığa ve beyinsizliğe izin vermez; bir süre çıkarcı çekirgelerin çevreyi istilası sürse de! Ceza, yani kötek anı geldiğinde umalım akıl ve vicdan muhasebesi yaparak biraz kendimize geliriz ve tek başına bireysel özgürlüğün ne denli olası olabileceğini idrak ederiz. 

16 Mart günü tarihimize biri kara ve bir de acı iki hatıra ile geçmiştir. Acı hatırayı, 16 Mart 1920 tarihinde, sabah 05.30’da İngiliz askerlerinin 10. Tümen Karargâhını basarak, Nizamiye Nöbetçisini ve engellemeye çalışan bir eri de şehit ettikten sonra, uyuyan dört eri şehit etmesi oluşturur. Kara olay ise, 16 Mart 1978 tarihinde kara vicdanlı siyasi kölelerin İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi yanında bomba patlatarak 7 öğrencinin ölümüne ve 41 öğrencinin de yaralanmasına sebep olduğu meşum girişimdir. Her iki olayda da yaşamını yitirmiş kahraman ve aydın insanları rahmetle anıyor, olayın faillerini nefretle kınıyorum.       

 

2397820cookie-checkTEKDİR USLANMAYANIN HAKKI KÖTEKTİR

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.