Temele İnmek

Bir inşaatın temeli yanlış atılmışsa, onun üzerine çıkılan tüm katlar, bu yanlışlığa katkıda bulunurlar, ağırlıklarıyla yanlış temelin, dolayısıyla kendilerinin çökmesini kolaylaştırırlar. Teorinin, bundan yaklaşık yüz elli yıl önce atılan bazı temelleri işte böyle bir yanlışlığın ürünüdür. Bütün temeller değil, ama önemli bazı temel kolonlar. Bu temel kolonlar üzerine inşa edilen ulusal sorun katları, yukarda da belirttiğim gibi, hem bu yanlış temel kolonlardan kaynaklanmıştır ve onların devamıdır, hem de bu temel kolonların üzerinde gittikçe büyük bir ağırlık oluşturmaktadır.

Nedir temeldeki bu yanlış kolonlar? Bu, kısaca ifade edecek olursak, Marx ve Engels tarafından teorize edilmiş olan “üretici güçler teorisi”dir. Bu teoriye göre, toplumlar üretici güçlerin ilerlemesiyle gelişir ve ilerlerler. 19. ve 20. Yüzyılın çok önemli bir sorunu olan ulusal sorun, işte bu temel anlayışa dayanarak çözülmeye çalışılmıştır. 19. Yüzyılda, dünya -ya da Avrupa- çapında bakacak olursak, üretici güçlerin ilerlemesinin önünde engel olan toplumlar, Çarlık Rusyası, Prusya ve Avusturya’ydı. O halde, bu baskıcı diktatörlüklere karşı ulusal ayaklanmalar, üretici güçlerin gelişmesine hizmet eden bir rol oynardı. Bakunin, biraz da bu mantıkla Polonya ayaklanmasına katılmıştı. Marx ve Engels, bu konuda, Bakunin’e göre daha az naif ve daha kuşkucu, ulusal ayaklanmalar konusunda daha seçiciydiler. Onlar, sadece “gerici imparatorlukların” yıkılmasına katkıda bulunacak ulusal ayaklanmaları destekliyor, böyle bir katkısı olmayan “gerici” ulusal ayaklanmalara soğuk bakıyorlardı. Dahası onlar, aynı üretici güçlerin ilerlemesi mantığının ürünü olarak, üretici güçlerin gelişmesine olumlu katkısı olduğunu düşündükleri sömürgeci eylemleri destekleyen bir tutum da alıyorlardı. İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki faaliyetlerine olumlu bakmaları ve uluslar arasındaki “olumlu asimilasyonu” desteklemeleri bunun ürünüydü.

Marx ve Engels’in teorisindeki bu ikili yön, daha sonraki dönemde parçalandı ve bir yönünü Leninistler, diğer yönünü ise Menşevikler ve sosyal demokratlar benimsedi. Tahmin edileceği gibi, teorinin, Menşevikler ve sosyal demokratlar tarafından benimsenen bölümü, sömürgeciliğin ve “olumlu asimilasyonun” desteklenmesiydi. Leninistler ise, teorinin diğer bölümünü, yani üretici güçlerin geliştirilmesine hizmet eden ulusal mücadelelerin desteklenmesini benimsediler ve bu teoriye yeni katkılarda bulundular.
Lenin, dünya devrimine hizmet edeceğini düşündüğü ulusal mücadelelere daha geniş bir destek sağlamak ve bu ulusal mücadeleleri, yeni kurulan Sovyetler Birliği’nin denetimi altına alabilmek için, daha önceleri ortaya attığı “emperyalizm” teorisini daha da geliştirdi. Bu teoriye göre, kapitalizm emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Bu noktadan sonra emperyalist-kapitalizmin “ilerici”, “üretici güçleri geliştirme” işlevi topyekûn son bulmuştu. Artık sömürgeleri geliştiren bir kapitalizmden de söz edilemeyeceği gibi, emperyalizme darbe indiren tüm ulusal kurtuluş hareketleri ilerici bir rol oynamaktaydı ve desteklenmeleri gerekirdi. Böylece Lenin, Marx ve Engels’in üretici güçlere ilişkin “küçük” sapmasını, telafi edilmesi mümkün olmayan korkunç bir sapmaya dönüştürüyordu: Emperyalist kapitalizm-ulusal kapitalizm ayrımı.

Bununla birlikte, Leninistlerin de ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bazı çekinceleri yok değildi. Ulusal kurtuluş hareketlerinin genelde emperyalizme karşı ilerici bir rol oynuyor olmaları, onların otomatikman desteklenmesi gerektiği anlamına gelmezdi. Bu ulusal kurtuluş hareketlerinin başını hangi sınıflar çekmekteydi? Bu sınıflar, komünist hareketlerin ulusal kurtuluş hareketi içinde serbestçe çalışmasına izin veriyorlar mıydı? Yani uzun lafın kısası, Leninistler, bir ulusal kurtuluş hareketi, “anti-emperyalist” ya da “ulusal kapitalist” de olsa, Sovyetler Birliği’ne karşı dostane bir tutum içinde değilse, onu desteklemek konusunda bir hayli sakınımlıydılar. Eğer anti-emperyalizmle birlikte Sovyet dostluğu da gündeme gelmiyorsa, o harekete mesafeli durmaktan yanaydılar.

“Üretici güçler” teorisine Lenin’den de fazla Menşevikçe bir bağlılık içinde olan Stalin ve Stalinistler, 1920’li yıllarda Leninistlerin bu sakınımlarını ve çekincelerini büyük ölçüde geri plana attılar ve komünistlere, içerde tutucu, hatta karşı-devrimci de olsalar, “milli burjuvazi”yle kesin bir ittifaka gitmeleri, “ulusal hükümetleri” desteklemeleri talimatı verdiler. Çin ve Türkiye’de, bu politikanın acı sonuçları yaşandı.

Mao zedung ve ÇKP, 1950’li ve 1960’lı yıllarda, klasik sömürgeciliğin tasfiyesiyle ortaya çıkmış ulus-devletlerin yaygınlaştığı ve hatta bu devletlerden bir kısmının emperyalizme kafa tutar gibi göründüğü bir dönemde, Leninist-Stalinist “anti-emperyalizm”i daha da ileri boyutlara götürdüler ve “milli demokratik devrim” politikasını inşa ettiler. Bu politikaya göre, dünya, emperyalizm ve emperyalizme karşı direnen güçler olarak ikiye bölünmüştü. Emperyalizme karşı direnen güçler içinde, sosyalist ülkeler, bloksuz ülkeler, anti-emperyalist ve ulusal kapitalist kurtuluş savaşları yer almaktaydı. Karşı tarafta ise, kapitalist-emperyalistler ve onlarla ittifak halindeki işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağaları bulunmaktaydı. Milli demokratik devrim mücadelesi, hem emperyalistleri, hem de ülkelerin içindeki bu işbirlikçi sınıfları hedef alarak üretici güçleri geliştiren uluslaşma ve ulusal kapitalizm sürecini tamamlamalıydı. 

ÇKP, daha sonra bu teoriyi daha da ileri bir boyuta taşıdı ve “Üç Dünya Teorisi” adıyla, kendi taraftarı küçük gruplara empoze etti. Bu teoriyle, MDD teorisi tarafından işbirlikçi olarak hedef alınan güçler de müttefik ilân ediliyor, Pinochet ya da İran Şahı gibi diktatörler, “3. Dünya” adı altında, “iki süper devlete karşı direnen ulusal güçler” olarak kutsanıyordu. Bu teorinin, Lenin ve Stalin’in reelpolitiğinin takipçisi olan ÇKP tarafından, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikasına destek amaçlı ortaya atıldığını bugün rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bugünkü ulusalcılar, işte bu meşum “3 Dünya teorisi”ni, ÇHC’nin dış politika hesaplarından da bağımsız hale getirip, yaşadıkları ülke diktatörlüklerinin yedek gücü olma arzularının ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Onlar, Marx’ta rüşeymi bulunan, Lenin’de önemli bir ivme kazanan, Stalin’de her türlü çekinceden arındırılan, Mao ve ÇKP’de çapı tüm diktatörlükleri müttefik ilân edecek ölçüde genişletilen bir yönelimin gelip dayandığı son noktayı, iflasın açıkça görülmesini sağlayacak son sınır karakolunu temsil etmektedirler. Artık bundan sonra, teorinin genişleyebileceği bir alan kalmamıştır. Marx ve Engels’in “gerici” diktatörlüklere karşı üretici güçleri geliştirme anlayışından doğan “küçük” bir sapma, yüz elli yıl içinde evrilmiş, Lenin’in “emperyalizme karşı mücadele” için desteklediği ulusal mücadeleler ve ulusal kapitalizm konağından geçerek, bugün gelip, en tutucu, en reaksiyoner diktatörlüklerin yedek gücü olmaya ve bu diktatörlükler aracılığıyla emperyalist-kapitalizme bağlanmaya teşne neonazizmin ırkçı-milliyetçi anlayışına dayanmıştır.

Ne büyük bir trajedi…

_____________

YAZARIN KİTAP YORUMLARI

– Mary Davis’den Sylvia Pankhurst
– Fikret Başkaya’dan Reel Atatürkçülük

1090970cookie-checkTemele İnmek

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.