Türkiye biyolojik silah alanı mı oldu?

Türkiye, son aylarda değişik açılımlarla kendisine Orta Doğu, Kafkasya ve değişik coğrafyalarda güç sahibi olmak ve yer edinmek arayışına girdi. Bütün bu açılımlar sürecinde dış politikada köklü dönüşümler gerçekleşiyor, başta İsrail olmak üzere geçmişte yakın ilişkilerde olduğu ülkelerle ciddi diplomatik krizlerle karşı karşıya. Bu süreçte ortaya çıkan kene ısırmalarından ölüm ve bir anda patlayan domuz gribi vakalarını şüpheyle karşılamamak mümkün değil.

Dünyada son yıllarda örtülü savaşın ve özellikle biyolojik savaşın çok değişik yöntemlerle kullanılmaya başladığını görüyoruz. 1950’li yıllardan sonra başta Roma Kulübü olmak üzere bazı küresel kuruluşlar, dünya nüfusunun artışına yönelik kaygıları gündeme getirmeye başladılar. Bu çerçevede, Nüfus Bombası gibi kitaplar yazılmaya, dünya nüfus artışının ciddi bir çevre sorunu kaynağı olduğuna yönelik yayınlar yapılmaya başladı. Bunun uzantısı olarak özellikle gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak nüfus kontrol programları geliştirilmeye başladığını görmekteyiz.

Nüfus kontrol programlardan başarılı sonuçlar elde edilemeyince ve Avrupa ülkelerindeki nüfus artış hızları düşerken dünyanın geri kalanında nüfus hızla artmaya devam ettiğinden, bazı küresel güçlerin ve dünyayı yöneten gizli çetelerin çok donanımlı laboratuarlarda dünya nüfusunu dengelemeyi (!) amaçlayan biyolojik silah çalışmaları yaptığına ilişkin duyumlar alınmaya başladı. Bu süreçte ortaya çıkan her yeni virüs ve salgın hastalıklar konusunda dikkatli olmak gereği ortaya çıkmıştır.

Biyolojik savaş amacıyla kullanılan mikroplar ve bunların zehirlerinin elde edilmesi, depolanması ve kullanılması ucuz olmasına karşın, ortaya çıkacak hastalıktan korunmak ve bu hastalıkların tedavileri pahalı ve zordur. Bu silahları etkisiz hale getirecek kesin bir önlem pratik olarak yoktur (http://www.hssgm.gov.tr/anasayfa/biyolojiksavas/biyolojiksavas.aspx ). Bu nedenle de biyolojik silahların ve biyolojik savaşın 21. yüzyılda yoğun olarak yatırım yapılan ve kullanılan bir yöntem olması beklenmektedir.
Biyolojik silahlanmanın ve biyolojik silah araştırmaları ile biyolojik silahların savaş malzemesi olarak kullanılmasının tarihçesi hakkında kısa bir araştırma yaparsak, ilginç örneklerle karşılaşıyoruz. Çok eskilerde Kartaca kentlerinde istilacıları toprakları tuzlayarak tarıma elverişsiz hale getirmesi örneklerinde olduğu gibi biyolojik ve kimyasal silah kullanma yöntemlerinin çok eskilerden beri kullanıldığını biliyoruz. Biyolojik silahların kullanılması konusundaki tarihi 1300’lü yıllara kadar götürmek olanaklıdır. 1346’da Böcek ile enfekte olmuş insan cesetleri Hayfa şehrinin duvarlarından atıldığını, 1850’de İngiltere’nin Amerikan Kızılderililerine çiçek mikrobu taşıyan battaniyeler verdiğini, 1915 yılında Alman casusların Şarbon mikrobunu biyolojik savaş için kullandıklarını, 1932’de Japonların 3 bine yakın Çinli savaş esiri üzerinde biyolojik silahlar denediklerini, 1940’lı yıllarda İngiliz bilim adamlarının Gruinard adasında Şarbonu biyolojik silah olarak denediklerini ve adanın yıllarca halka kapalı tutulduğunu, 1940’lı yıllarda Japonların Çin şehirlerinde Şarbon bakterisi kullandıklarını, 1950-66 yılları arasında ABD’nin bazı şehirlerinde biyolojik silahlar üretmeye dönük deneyler yapıldığını, 1998’de İsrail’de ve Güney Afrika’da genetik biyolojik silah araştırmaları yapılmaya başlandığını görüyoruz (http://www.owr.de/go/owr/tr/home/knowledge/biological_warfare.xhtml ).
Biyolojik silahların kullanılmasının tarihi çok eski olsa da dünyada bu konuda olumlu adımlar atıldığını da görüyoruz. Örneğin, 2000 yılında biyolojik silahların kullanılmaması konusunda 143 ülke tarafından bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaya rağmen, biyolojik silahlara yönelik araştırmalar hız kesmeden devam ediyor.

Dünyada ilk kez 1983’de tanısı konan ve başta yoksul Afrika coğrafyasında olmak üzere AIDS virüsünün hızla yayıldığı, kontrol altına alınmazsa yakın zamanda 100 milyondan fazla insanın HIV virüsü kaynaklı AIDS hastalığından etkilendiği tahmin edilmektedir. AIDS hastalığına neden olan HIV virüsünün laboratuar kaynaklı bir virüs olduğu ve biyolojik savaş malzemesi olarak kullanıldığına ilişkin ciddi tezler bulunmaktadır.

Türkiye’de son yıllarda ölümlü vakalarla gündeme gelen kene ısırmaları konusunda yazdığım bir makalede, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi virüsü taşıyan kenelerin ortaya çıkışı ile Tokat bölgesinde bir grup turistin üst üste 2 yıl piknik yapması arasında bağlantının araştırılması gerektiğinin altını çizmiştim. Kene vakaları özellikle yaz aylarında Tokat ve çevresinde onlarca insanın yaşamını almaya devam ederken şimdi de başımıza domuz gribi virüsü çıktı.

Uzmanların açıklamalarına göre, acil olarak önlem alınmaması durumunda dünyada 10 milyona yakın kişinin domuz gribinden etkilenebileceği, bu hastalıktan kaynaklı olarak da 500 bin kişinin domuz gribinden dolayı hayatını kaybedeceği öngörülüyor. Bu durum, hafife aldığımız domuz gribinin bir anda ortaya çıkarak nasıl kolayca yayılabildiğine örnektir.

İstanbul’da onlarca okulda bir anda ortaya çıkan domuz gribi vakalarının tesadüfle açıklanması zordur. Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve diğer illerde sayıları onlarla ifade edilen domuz gribi vakalarının bir anda ortaya çıkması, Türkiye’nin, domuz gribi virüsünün deneme sahası olarak kullanılıp kullanılmadığı sorusunu akla getiriyor.

Türkiye’de esrarengiz biçimde ortaya çıkan ölümcül kene vakaları, daha sonra ülkenin her yerine açıklanamayan biçimde yayılan kuş gribi, daha sonra da Meksika’dan ardından okullarımızda ortaya çıkan domuz gribi vakaları konusunda şüpheci davranmak ve bunların biyolojik silah denemeleri olup olmadığını iyi araştırmak gerektiği açıktır.

Dünyada bundan sonraki savaşların örtülü biçimde yapılacağı ve biyolojik-kimyasal silahların kullanılacağı hepimizin tahmin ötesinde bildiği bir konudur. Yetkilileri bu konuda göreve çağırmak istiyorum.

670880cookie-checkTürkiye biyolojik silah alanı mı oldu?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.