Vedat Oygür’ün Yazısı Üzerine

Vedat Oygür, ‘’Kaz Dağları ve Ötesi’’ adlı makalem hakkında teferruatlı bir değerlendirmede bulunmuş; özenle kaleme aldığı her satırından belli olan yazısı için kendisine teşekkür ederim.

Oygür, yazısının başında, ‘’altın madenciliği çok özel bir alan olduğundan her maden veya jeoloji mühendisi bu konuda bilgi sahibi değildir’’ diyor. Hemen belirteyim ki, bu tespitinde kendisiyle prensipte hemfikirim—uzmanlaşmanın günümüzde vardığı nokta malûm. O bakımdan, Oygür’ün yazımda görüşlerine yer verdiğim jeologlar hakkındaki yargısı önemli. Ancak bu yargısını kabul veya reddetmek durumunda değilim; bahsi geçen jeologlar Ülkün Tansel ve Prof. Cenk Yaltırak altın madenciliğinden ne kadar anlarlar bilemem. Bildiğim, onların Kaz Dağları ile ilgili tartışmaya farklı açılardan faydalı bir ivme katmış olduklarıdır. Burada bir noktaya da dikkat çekmek isterim. Oygür, bu jeologların söylediklerine doğrudan bakmak yerine, benim onlara yaptığım çok kısa ve sınırlı atıflarla yetinmişe benziyor. Tansel ve Yaltırak’ın görüşlerini aktarmada yetersiz kaldıysam, günahı boynuma elbet. Oygür, meslekdaşlarının söylediklerini daha detaylı ve doğrudan öğrenirse, onlarla ilgili fikirleri biraz değişir belki.

Altın madenciliğinin gediklisi olduğu anlaşılan Oygür’ün görüşlerine önceden rastlayıp da yer verme fırsatım olsaydı, bir tarafından içine girdiğim ve izlemeye çalıştığım tartışma kuşkusuz daha da dallanıp budaklanır, çatallaşırdı. Tartışmanın bundan sonraki aşamalarında umarım uyarı ve eleştirileri hakettiği ilgiyi görür. Altın madenciliğine ilişkin mevzuat ve terminoloji hakkında yazdıkları özellikle dikkate değer. Ancak, son tahlilde Oygür’ün müdahalesinin Kaz Dağları hakkında süregelen tartışmanın eksenini değiştireceği kanaatinde değilim. Şimdi kısaca yazısındaki bazı hususlara değinmek istiyorum. Yapacağım alıntı ve atıfların daha rahat izlenebilmesi için, ben de Oygür’ün yöntemini uygulayıp, paragrafları numaralayacağım.

Oygür yazısının gene başında şöyle diyor: ‘’Medyadaki konuyla ilgili yazı ve haberlere baktığımızda, bırakın özel bir alan olan altın madenciliğinde uzman olmayı mesleği genel anlamda madencilik bile olmayan kişilerin söylediklerinin öne çıkarıldığı görülmektedir’’(prf 1). Emin Şirin, yazımda diğer jeologların yanısıra görüşlerini ele aldığım böyle bir kişidir.  Oygür, altın işini bilmeyen jeologlar yetmezmiş gibi, benim tutup bir de meslekten olmayan birinin görüşlerine yer vererek, onu ‘’taçlandırdığımı’’ söylüyor (prf 2). Oysa anlaşılan o ki Oygür’ün nezdinde Emin Şirin, ‘’sanki altın madenciliği konusunda uzmanmış gibi, niyet, istek ve öngörülerini kesin bilimsel ve teknik veriler olarak ileri sürebilmiş’’ biri gibi görünmesine karşın, aslında bu yeti ve donanıma sahip bir kişi değildir. 

Oygür, belli ki Şirin’in her konuda fikir beyan eden, o ölçüde de dayanaksız spekülasyonlarda bulunan biri olduğu düşüncesindedir ve bu özelliklerini bir ‘’siyasetçi’’ olmasına bağlamaktadır.  Şirin’in o kesinkes ve ‘’adı kadar emin’’ konuşma tarzının Oygür’ü rahatsız etmesi anlaşılır bir durumdur; öte yandan, bugün eski siyasetçi kimliğini ne kadar taşıdığı tartışılır ama, Şirin’in en azından hemen her konuda konuşan bir yorumcu olduğu açıktır. Bu ‘’her konuda fikir beyan etme’’ durumunun da ayrıca Oygür’ü rahatsız ettiği anlaşılıyor; fakat belirli bir bilgi birikimi ve yeterli bir sentez kapasitesine sahip olunduğu ölçüde, çok konuda fikir beyan etmek pek de olumsuz bir özellik olmayabilir—tersine faydalı, ‘’dimağ-açıcı’’, üstelik aranan bir özellik olabilir.  Ve bu özellik, siyasetçi olma durumuyla mutlaka özdeşleştirilmek zorunda değildir.

Emin Şirin’in konuştuğu her konuda ne kadar anlamlı şeyler söylediğini kestiremem, ama altın madenciliği konusunda bilerek konuştuğuna dair hayli güçlü bir izlenim bıraktığını teslim etmek gerekir.  Nitekim, bizzat Oygür’ün de belirttiği gibi, Şirin ‘’Gümüşhane-Mastra ve Sivrihisar-Kaymaz altın madeni tesislerinin inşa edilerek üretme alınması sürecinde madenlerin müdürlüğünü yapmıştır’’. Ayrıca, ‘’Bergama-Ovacık altın madeninin ilk ADT’sinin (Atık Depolama Tesisi) kapatılmasında da çevre müdürü olarak görev almıştır’’(prf 15).  Geçmişinde böyle safhalar olan birinin, altın madenciliği konusunda iyi kötü bir bilgi sahibi olmaması mümkün müdür? Emin Şirin’in burada avukatlığını yapacak değilim; kendisini zaten tanımam, üstelik bazı görüşlerini yazımda eleştirdim. Fakat kendisinin altın madenciliği konusunda bilgili biri olduğunu düşünmekte ve bunu ifade etmekte doğrusu büyük bir yanlış görmüyorum.  Muhtemeldir ki Şirin, jeoloji diplomasına sahip pekçok insana nazaran altın madenciliğine daha vakıf veya en azından daha yakın biridir.

Oygür’ün yazıma yönelttiği eleştirilerin çoğunu Emin Şirin üzerinden yapması da bu nedenle tesadüf olmasa gerek; nitekim, eleştirilerine ‘’siyasetçi Emin’e özel bir yer açmak gerekiyor’’ diyerek başlaması boşuna değil (prf 2).

Bu eleştirilerinden bir tanesi, Şirin’in yabancı şirketlerin davranışına dair benim de katıldığım tespitleriyle ilgili. Şirin, yabancı madencilik şirketlerinin Türkiye’de çalışırken çevre ve güvenlik kurallarına yeterince uymadığı, işlerini bitirdikten sonra da arkalarında hatırısayılır miktarda enkaz bıraktığı düşüncesinde. Aslında bu, kamuoyunda büyük çoğunluğun paylaştığı bir düşüncedir. Pekçok insan, Kanadalı Alamos şirketinin kendi ülkesinde yapamadığını dünyanın geri kalmış yörelerinde ve bu arada Türkiye’de de yapabildiğine ve istediği gibi at koşturduğuna inanmaktadır.  

Oygür, bu inancın geçersiz bir ‘’peşin yargı’’dan ibaret olduğunu savunuyor (prf 13).  Oygür’a göre, özellikle 2000’li yılların başında Avrupa müktesebatına geçildiğinden bu yana Türkiye, yabancı madencilik şirketlerinin serbest sömürü alanı olmaktan çıkmıştır; Türkiye’deki altın madenleri de gelişmiş ülkelerdeki standartlara uygun şekilde işletilmektedirler (prf 15).

Dahası, Oygür yabancı şirketlerin Türkiye madenciliğine olumlu katkılarını vurgulamaktan da geri durmuyor. Oygür’e göre, yabancı madencilik şirketleri Türkiye’ye sermaye ve teknoloji getirmekle kalmamış, üretim süreçlerine belirli bir çevre bilincini de yansıtabilmişlerdir.  Kısacası, Oygür’ün bu konudaki tespiti şöyle: ‘’ülkemizde çevreye duyarlı madenciliği, 1985 yılından sonra altın madenciliği için ülkemize gelen yabancı şirketlerden öğrendiğimizi söylemekte sakınca yoktur’’(prf 5).

Gerçekten de, ülkemizde çok güçlü ve yaygın bir önyargıyı kıracak bir tespit bu.  Fakat yüreklere ne kadar su serpebileceği kuşkulu. Aslına bakılırsa, bazı çok-uluslu yabancı şirketlerin yeni girdikleri ülkelerde belirli sektörlere bir düzen ve standart getirdiği görülmeyen bir olgu değildir; fakat madencilik ve özellikle de altın madenciliği işin yapısı gereği oldukça ‘’vahşi’’ bir alandır; bu alanda ne yazık ki iyi şöhret sahibi şirkete kolay rastlanmaz.  

Bu vesileyle, kısa bir parantez açıp, yabancı madencilik şirketlerinin davranışıyla ilgili bir hususu hatırlatmak isterim.  Bu şirketlerin ülkelerin gelişmişlik derecesine göre farklı hareket ettikleri genellikle doğrudur, fakat en gelişmiş ülkelerde bile rahat durdukları sanılmamalı. Kanadalı Alamos şirketinin Türkiye’de yapıp da kendi ülkesinde yapamadıkları nelerdir, doğrusu tek tek sayamam, ama bizzat Kanada kamuoyundan çeşitli maden şirketlerine yönelik şiddetli tepkilere ve çıkan raporlara bakılırsa, bizzat bu ülkenin bazı ücra köşelerinde de ‘’Üçüncü Dünya’’yı aratmayan manzaralarla karşılaşılabiliyor. Alberta’daki devasa katran kumu sahalarındaki tahribat, altın madenciliği olmasa da genel olarak madenciliğin bu ülkede ulaşabildiği sınırtanımazlığı gösteren kuşkusuz en çarpıcı örnektir.

Gene de, Oygür’ün tespiti önemlidir. Eğer Türkiye’deki yabancı altın madenciliği şirketleri üretimlerini gerçekten belirli bir çevre duyarlılığıyla sürdürme kapasitesine sahipse, bu iyi haberdir. İyimser bir çıkarımla, bu aynı zamanda sözkonusu şirketlerin, onlara şiddetle karşı çıkan çevrecilere ve duyarlı kesimlere anlatabilecekleri birşeyleri bulunduğu anlamına gelir.  Aynı zamanda bu, sözkonusu kesimlerin bu şirketleri muhatap almalarını ve üzerlerinde baskı kurmalarını kolaylaştıracak bir etkendir. Ama asgari düzeyde de olsa, halihazırda böyle bir etkenin varlığına dair fazla bir işaret yok ortada.

Oygür’ün bir diğer eleştirisi, Emin Şirin’in gene benim de katıldığım bir gözlemiyle ilgili (prf 10): yalnız altın madenleriyle de sınırlı olmayan, madencilik şirketlerinin hemen hepsinin işlerini bitirdikten sonra açtıkları alanları örtmeden, çekip gitmeleri meselesi. Oygür, burada da Şirin’in konunun uzmanı olmadan konuştuğunu vurgulayarak, çevre ve orman kanunlarının ilgili maddelerini uzun uzadıya sıralamış. Mevzuatta, maden şirketlerinin üretimlerini güvenli şekilde sürdürmelerini düzenleyen ve arkalarındaki pisliği temizlemeden gitmelerini önleyen bir sürü ayrıntılı tedbir ve müeyyide var ve bunları bilmek elbette önemli. İyi de, Türkiye’nin hemen her alanında olduğu gibi, madencilikte de—ve özellikle de madencilikte!—yasa ve yönetmeliklere ne kadar az uyulduğu ortada. Oygür, Mevzuatta ‘’olması gereken’’le gerçeklikte ‘’mevcut olan’’ arasındaki uçurumu her nasılsa yeterince dikkate almamışa benziyor. Oysa, ‘’Anayasa’’ güzeldir de, ya gerisi? 

‘’Gerisi’’ni görmek için, uzman olmak bilmem ne kadar gerekiyor. Bugün, Türkiye semalarında olağan bir uçak yolculuğu yapanların aşağıya baktıklarında, irili ufaklı maden sahalarıyla ülke topraklarının kevgire dönmüş olduğunu farketmemesi imkânsız.  Bu sahaların bir kısmı belli ki çoktan terkedilmiş maden alanları. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, Terkos Gölü ile Karaburun arasında kalan eski Ağaçlı linyit madenlerini göz önüne getirmek yeter. Çok uzun süre rezil bir durumda bekledikten sonra, herhalde daha kolay ve ‘’kullanışlı’’ bir çözüm olarak, şimdi bu alanların ‘’rehabilitasyonu’’ havaalanı inşa edilerek ve yeni şehirler kurularak sağlanmakta.

Türkiye’nin hemen her köşesinde, yeşil örtü bir yana, betonla bile ‘’rehabilite’’ edilme ihtimali bulunmayan sürüyle terkedilmiş maden sahası var. Bazen tek bir resim, binlerce sayfalık kitaplardan ve raporlardan daha çok şey anlatır; ister istemez, bir takım ‘’duygular’’ı da harekete geçirir.  Bu terkedilmiş maden sahalarına bakarken insanın zihninde yer eden her resim de biraz öyle. Oygür, yazısının girişinde (prf 1) ‘’yazarlar ileri sürdükleri düşüncelerini teknoloji ve mevzuat açısından araştırmadan daha çok duygusal bir çerçevede kağıda dökmektedirler’’ diyor. Olabilir, ama bazı durumlarda duygulardan gayrı insanın aklına yön verecek başka pusula kalmayabilir.

Diğer taraftan, Oygür’ün Kirazlı madeninin Türkiye’ye getirisi hakkında telaffuz edilen rakamlara ilişkin önemli düzeltmeleri var.  Öncelikle, ruhsat verilirken Kanadalı şirkete tanınan kâr oranının keyfi değil objektif kriterlere dayandığını detaylar da vererek vurguluyor (prf 7). İhale şartnamesinde bir takım objektif kriterlerin varolduğu muhakkak, fakat anlatımından, bunlara şaşmaz şekilde uyulduğuna inandığı anlaşılıyor. 

Oygür ayrıca, Alamos şirketinden ülke ekonomisine kalacak kazancın vergi/harç gibi dolaylı girdilerin de ilavesiyle %20’yi bulduğunu, buna karşılık tüm masraflar çıktıktan sonra Kanadalı şirketin net kârının da %20’yi geçmediğini belirtiyor (prf 6).  Böylece, Kirazlı projesinin olağan ve makul bir alışveriş olduğunu anlıyoruz. Daha doğrusu, böyle bir sonuca varmamız işten değil. Bu durumda, ister istemez şu soru akla geliyor: bu projenin Türkiye’ye katkısı % 20 yerine %10 olsaydı, ‘’makul’’ olmayacak mıydı?  Ya da ‘’makul’’ sayılması için sözgelimi %40 mı olması gerekir? Bu projenin gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak çevresel kaybın göze alınmasını mümkün kılan yüzde oranı nedir? 

Elbette mesleğine göre, insanına göre ve farklı ‘’duygular’’ın farklı sahiplerine göre yanıtı değişecek bir soru bu. Kimisine göreyse, baştan reddedilmesi gereken bir soru. Yanıtların bu kadar farklı olmasının nedeni ise, kriterlerin farklı, hatta zıt olması kuşkusuz.

Oygür yazısının sonunda, bu kriterlerin dayandığı değerleri karşılaştırırken şöyle diyor (prf 25): ‘’Madencilik ve çevre koruma, birbirinin yerine konabilecek değerler olmayıp, biri diğerine üstün tutulmadan günümüz bilgi düzeyi ve teknolojisine göre birlikte yürüyebilirler’’.  Aslına bakılırsa, bunlar tam da birbirinin yerine konulacak değerler; yani birinin gelişmesi, öbürünün gerilemesine bağlı. Bir bakıma, birbiriyle çelişen, felsefi tabiriyle ‘’antagonist’’ değerler bunlar. Nitekim, Oygür’ün hemen üstte ‘’ne kadar önem verilse ve özen gösterilse de madencilik çalışmaları sonucunda doğal çevreye az veya çok zarar verilmektedir’’ sözü de (prf 25) bu gerçeğe işaret etmekte.

Ama sözkonusu değerlerin çelişkili niteliği, bunları çağın gereklerine göre bağdaştırma çabasını geçersiz kılmaz.  Tersine bu çaba gereklidir, yeter ki işaret ettiğimiz bu çelişkinin gerçekliği göz önünde bulundurulsun. Aksi halde, çaresiz temenniler dışında bir sonuç almak herhalde pek mümkün olmaz.

Tabiatıyla, daha genel plandaki temel bir sorunun türevidir aslında bu durum. Zira bir yandan, günümüzün tüketim dünyasında varolmanın kaçınılmaz bir bedeli olduğu açık.  Diğer sanayi kolları gibi madencilikle gelen olumsuzluklar da bu bedelin bir parçası. Bu bedeli ödemeden çağdaş yaşamın nimetlerinden yararlanmanın imkânı yok. Bu nimetlerin büyük çoğunluğundan yararlanmayı reddeden en azimli insanların bile, bu fasit dairenin dışına çıkma şansları yok pek.

Öte yandan, günümüzde insanın doğa üzerindeki hakimiyeti o boyutlara varmış durumda ki, insanlığın yeryüzündeki varlığı, bizzat bu hakimiyetin bir şekilde fakat acilen kontrol altına alınmasına bağlı. Bu iki zıt olgunun gereklerini karşılıklı dengelemeye ve bir anlamda bağdaştırmaya çalışmaktan başka çare yok.

Oygür’ün yazısının sonunda dile getirdiği gereklilik de, madencilik bağlamında bu bağdaştırma çabasını öngörüyor (prf 25): ‘’Doğal çevreyi koruma düşüncesinin çok yükseldiği günümüzde, artık, madenciler ‘her yerde madencilik yapılmayabileceğini’ ve çevreciler ise ‘madenciliğin çevreyi koruyarak da yapılabileceğini’ anlamak, öğrenmek ve kabul etmek zorundadırlar’’.

Bazı çevrecilerin işi zor, çünkü her yerde ve her şartta madencilik faaliyetlerine peşinen karşı çıkma dürtülerini dizginlemeleri kolay görünmüyor.  Lakin madencilerin işi daha da zor, çünkü ‘’madenciliğin çevreyi koruyarak da yapılabileceğini’’ kamuoyuna anlatmaları hiç de kolaya benzemiyor; çünkü bu çoğu durumda nesnel olarak mümkün değil maalesef. Ama asgari zararla yapılabilecek madencilik türlerini geliştirmeleri ve göstermeleri olanaksız değil. Bu işin  madencilerin omuzuna yüklediği görev ve sorumluluklar ise az buz sayılmaz. Oygür, bunları da açıkyüreklilikle tek tek sıralamış (prf 26-27). Umarım kendi sektöründen onun uyarı ve tavsiyelerine kulak verenler çıkar. 

________________________________________

Not: Yazımda bir bildirisinden alıntı yaptığım kuruluşun adı Jeoloji Birliği değil, Ekoloji Birliği olacak (ekolojibirliği.org); düzeltirim. Bu bir meslek kuruluşu olmayıp, çeşitli çevreci kişi ve gurupların çatısı altında hayli gevşek şekilde toplandığı bir STK’dır.

Adnan Ekşigil

İLGİLİ YAZI: Vedat Oygür, Dr. Jeoloji Y. Müh – “Kaz Dağları ve Ötesi” Üzerine

 

2340910cookie-checkVedat Oygür’ün Yazısı Üzerine
Önceki haberMUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL
Sonraki haberABD YPG’ye hangi silahları dağıttı?
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.