Yaşam ölümden güçlüdür…

Evet yaşam ölümden güçlüdür… Çünkü insanlar inadına asılırlar yaşama, onun
için mücadele verirler…

Yaşam anlamlıdır, ölüm gibi korkulan, ürperti duyulan, istenmeyen bir şey değildir…

En kötü koşullarda bile yaşamak ister insan ve yaşatmak için uğraşır yenilmeden, yılmadan,  usanmadan…

Silah üretenler, ölüme yatırım yapanlar, savaşlardan kazanç sağlayanlar bu söylediklerimin dışındadırlar…
 
Onlar yaşama ölümden daha düşmandırlar üstelik…

Gelelim asıl konuya… Bana bu satırları yazdıran, henüz bir hafta içinde yaşamış olduğum deneyime…

İstanbul’un ve iş hayatının yorucu temposunu üzerimden atabilmek için bir süreliğine  tatile gitmiştim. Çok keyifli bir tatil olmadığını söylemeliyim bu arada.

Bu şekilde neşesiz keyifsiz bir şekilde evime geldim. Ama asıl kötü sürprizler beni evde bekliyordu.

Evimin sokağa kapalı, sadece bana ait bir iç bahçesi vardı. Bahçede sardunyalar, güller, üzüm ağacından hurma ağacına, incir ağacına  bir sürü meyve ağacı ve bir de kediler bulunmaktaydı… Gerçekten güzel günlerde yaşamın bana gülümsediğini hissedebileceğim bir yerdi burası…

Evet. normal koşullarda gerçekten  güzeldi bahçem. Hayat doluydu. Etrafta oynaşan, zıplaşan, oraya buraya koşuşan minik yavrular, ağaçlarda kuş cıvıltıları, güneşin dallar arasından süzülerek evimin camlarına vurması, bütün bunlar bana yaşama sevinci vermekteydi…

Fakat tatil dönüşü bahçeme çıktığımda, bahçemde ölümün kol gezdiğini fark ettim. Bir haftadan fazla bakımsız kalan çiçekler, yerlere dökülen meyve ve yaprakların yapışkan, cıvık görüntüleri, en kötüsü ise ölüm… Gerçekten ölüm vardı bahçemde, bunu hissettim…

Neden mi ölüm…  Bıraktığımda neşe içinde oynaşan, ayaklarıma dolanan bana cilveler yapan kediciklerin her biri bir köşeye dağılmış, uyku halindeydiler. Gelişime tepki bile göstermediler. Hatta kıpırdamadılar bile… Önceleri gerçekten uyukladıklarını düşündüm fakat sonra ağır bir koku geldi burnuma…
Sanki ölüm kokusuydu bu…

Kedilerden biri toprağın üzerine yığılıp kalmıştı. Vücudu soğumuş, nefes alışı yavaşlamıştı. Zayıflamıştı, süzülmüştü, her tarafına enfeksiyon yayılmıştı. Çok ağır kokuyordu.

Gözüm bir şey görmedi,  derhal aldım yavrucağı veterinere götürdüm. Özellerin ne kadar pahalı olduğunu bildiğim için öncelikle belediyenin veterinerine gittim. Gitmez olaydım…

O gün ilk ve orta öğretimin ilk günüydü, yani pazartesi… Bütün İstanbul karambole düşmüştü sanki. Trafik arap saçına dönmüş, araçlarla gidecekleri yerlere ulaşma umudunu yitiren insanlar yaya olarak yollara koyulmuşlardı. Bu yüzden veterinere gitmem normalinden bir hayli zaman almıştı. Sonunda kaygı ve endişe içinde Üsküdar Belediye Veterinerliği’ne ulaştım.

Burada da kötü bir sürpriz beni bekliyordu, veteriner yerinde yoktu… Beyefendinin çocuğunun okulda ilk günüymüş, yerine de kimseyi
bulamamış, o yüzden işini bırakmış gitmiş  çocuğunun okuluna…

Çaresizlik içinde çırpınıyordum ne yapabilirim diye. Hemen karşıda özel  bir klinik vardı, gözüm artık para mara görmüyordu, neyse verecektim, ama şansızlığa bakın ki orası da okulların açılışı nedeniyle olmalı, kapalıydı.

Sonunda oradaki müstahdemler Selimiye Hayvan Hastanesi’ne gitmemi önerdiler, hemen taksiye atlayıp oraya doğru yol aldım. Bu arada öfke içindeydim, nasıl bir devlet memuru bu kadar sorumsuz olabilir ve yerine birini bırakmadan görev yerini terk edebilirdi. Üstelik de canlıların sağlığından sorumlu olan, işi sağlık olan bir insan…

Bu da bir şey miydi, gözlerim daha neler görecekti. Tüm trafik muhalefetine rağmen nihayet yavrucak halen yaşıyorken Selimiye Hayvan Hastanesi’ne ulaşabilmiştim. Koşa koşa acile yetiştim ve orada rastladığım ilk kişiye, “durumu çok kötü, veteriner nerede acaba” diye sordum. Takım elbisesinin orasını burasını düzeltmekle meşgul beyefendi “ben veterinerim ama şu anda kimseye bakamam” diye yanıtlamaz mı sorumu.

Çıldıracaktım.

“Bakamaz mısınız, neden” deyiverdim öfkeyle… Yanıt ise beni  şoke etti. Yandaki ilk okulda açılış töreni varmış ve beyefendinin o törende bulunması gerekiyormuş.

İnanamıyordum, asli görevi ve önceliği canlıların sağlığını korumak, onları  yaşatmak olan bir insan, karşımda durmuş, kollarımda yaşama mücadelesi veren, belki de ölmek üzere olan hayvanı görüyordu ve bakmayı reddediyordu.

Gerekçesi ise bir  açılış töreniydi. Yani her hangi bir yakının sağlık sorunu ya da  insani bir durum,  aciliyet değil, bir törendi…

Buna gerçekten inanamıyordum.

Tüm ısrarlarıma ve yakarışlarıma rağmen beni orada bıraktı ve hemen hastanenin  yanındaki ilk okulda yapılmakta olan törene döndü arkasını gitti. Giderken de “sizin gibiler hep böylesiniz, sokakta bulduğunuz her hayvanı getirir, önümüze koyarsınız,  bir de bize akıl öğretmeye kalkarsınız, nedir sizden çektiğimiz, sokaktaki her hayvanı kurtaracağım diye bize iş çıkarmanızdan bıktık usandık artık”

Evet buna gerçekten inanamıyordum, bunları söylemiş dönmüş arkasını gitmişti. Halen görebiliyordum kendisini, orada toplanmış öğrenciler ve bir grup  öğretmenin yanında öylece, ruhsuz, hareketsiz duruyordu. Sanki vatan kurtarıyordu, öylesine önemliydi bu görev onun için.

Asıl olması gereken yerde, hastanede, acil odasında ise, kollarımda onun bakmakla sorumlu olduğu bir hayvan can veriyordu.

Ve verdi de yavrucak. Ne yaptıysam kurtaramadım onu. Sonradan gelen bir veteriner bir takım müdahalelerde bulundu, evde kullanmam için birtakım ilaçlar yazdı ama bir işe yaramadı, yavrucak o akşam öldü.

Ama şimdi esas zor iş diğer yavruları kurtarmaktı. Bahçeme ölüm girmişti bir kere ve bütün yavruların hayatı tehlikedeydi. Gençlik hastalığı denen, özellikle bir yaşına kadar olan kedi yavrularında bulunan, öldürücü, salgın bir hastalıktı bu. Kolay bulaşıyor ve çok kısa sürede hayvanların tüm bağışıklık sistemini yok ederek onları öldürüyordu.

Şu anda bahçemdeki bütün kediler bu hastalığı kapmışlardı ve kurtulmaları için zor  bir mücadele gerekiyordu…

Komşularım, ev sahibim, “üzme kendini, biri ölüyor, biri doğuyor, doğanın kanunu bu, buna alışmalısın” gibi yuvarlak sözlerle beni avutmaya çalışıyorlardı ama onlar bir şeyi göremiyorlardı: Bahçemdeki yaşamı, Bahçemi onların
yaşattığını…

Ve şimdi ölüyordu bahçem, yaşam gidiyordu bahçemden…

İlk başlarda çok ümitli değildim. Hele en sevdiğim yavrulardan biri de kötüleşince ve elden ayaktan düşünce, bir an için ölüme yenildiğimizi sandım…

Ama yine de elimden geleni yapmaya  devam ettim. Kedilerden yakalayabildiklerime tek tek antibiyotik ve vitamin verdim. Aynı şekilde bahçemdeki bütün su kaplarına antibiyotik ve vitamin koydum. Kötüleşen yavruyu içeri aldım ve ona serum taktım. İğnelerini yaptım. Yine vitamin ve antibiyotik tedavisi uyguladım. Tüm bu müdahaleleri veteriner arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Şimdi buradan hepsine teşekkürler, özellikle sevgili Özgür’e ve İlknur hanıma…
 
Artık zorlu bir bekleyiş vardı önümüzde. Özellikle eve aldığım ve ağır durumda olan yavru endişelendiriyordu beni.

Hayat ilginçti gerçekten. Bu sabah kalktığımda kötüye giden yavru ilk kez  kendi başına tabağından  yemek yemiş, başını okşamamı istercesine avuçlarımın arasına sokmuştu. Kendi dilinde teşekkür etmek ister gibiydi sanki çabalarıma.

En önemlisi tüm bunlar iyileşme belirtileriydi.

Umutlanmıştım…

Diğer yavruları da merak edip bahçeye çıktım ki inanılmaz bir manzara ile karşılaştım…  Bahçemde hayat vardı… Yaşam yeniden gelmişti bahçeme.

Rengarenk, birbirinden güzel kedi yavrucukları bir biriyle oynaşıyor, ağaçlara tırmanıyor, ayaklarıma dolanıp bana sevgilerini, minnetlerini belli ediyorlardı…

Gülümsedim…

Yaşamak  güzeldi…

Ve yaşamak bir kez daha ölümü yenmişti…

_______________

*Yar.Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi

1079270cookie-checkYaşam ölümden güçlüdür…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.