Yakub ve Ötekiler

Celaleddin Ezine’nin Yakub ve Ötekiler adlı eseri, bir tiyatro oyunundan çok, yüzünü romana dönüyor…

Sahaflarla aranız nasıldır, bilemiyorum lakin benim bir elim daima sahaftadır.
Bir uzun vakit geçse, ben sahaf dekâkine [dükkânlar] uğramasam, kendimi fena hissederim.
Oraları dolaşıp kitap bakınmak, başkalarının kütüphanesini karıştırıp yoklamaya benzer.
Bu benzetmemin yersiz olduğu düşünülmesin. Gerçekten, sahaflara ¨indirilen¨ kitapların buralara gelmezden evvel kim bilir kimin kütüphanesinde, ufarak? da olsa bir kitaplık rafında yahut evindeki bir sandık odasında okumayı beklediği unutulmasın.

Sahaf, kitabın antikacısıdır!
Antikacı tozuna bulanmayı sevenler nasıl varsa, kitap meraklısı da sahaflardan burnunu çıkaramaz.
Sahaflarda peşine takıldığınız bir kitabı kovalamanın zevkini de kitap meraklısı, bibliyofil diye bilinen kitap kurtları çıkarır.
Eski kitapların yeniden yapılan baskılarını bir yana koyun, onlar sahaf tutkunlarını oyalamaz; işte bildiğim budur.

Mesela bir sahaf tutkunu, Refik Halid Karay ‘ın,1940’lı yıllarda Semih Lütfü Kitabevi ‘nden çıkmış ilk baskı kitapları varken, yenisine kulak asmaz.
Varsa yoksa onlar için sahaf kitaplarıdır; sayfaları tütün sarısına dönmüş, yer yer yeprimiş, kenarlarında tırtıklar oluşmuş, bazıları dokunsan dağılacak gibi kitaplardır peşinde oldukları…

İşte böylesi kitaplardan birisi, geçtiğimiz yaz başında, cebimde ne zamandır dolaşan “alınacak sahaf kitapları” listesinden eksilip kütüphaneme katıldı. Celaleddin Ezine’nin Yakub ve Ötekiler adlı kitabını ne zamandır arıyor, bir türlü uyarına getirip bulamıyordum. Kadıköyü’ndeki bir sahaf dostum, Tolga Gürocak , ki kendisi tam bir kitap sarrafıdır, Ezine’nin bu eserini temin etti. Yakub ve Ötekiler üzerine bir değerlendirme yapmaya kalkışırken, kitabın yeni baskısı olmadığını dikkate alarak meraklı okura, bibliyofillere, sahaflara ait birkaç söz söylemekle yazıya girişmekteydim; kitabı ancak sahaflarda bulabileceksiniz.

Nâzım Hikmet ‘in hala oğlu Celaleddin Ezine, geçen yüzyılın başında İstanbul’da doğdu, yetmiş bir yıl yaşadı, 1972’de hayatını kaybetti. Ezine’nin Galatasaray Lisesi’nin ardından Almanya’nın Leipzig ve Heidelberg üniversitelerinde felsefe okuduktan sonra, Paris’e geçip orada iktisat eğitimi yaptığını, ulaşabildiğimiz kaynaklardan öğreniyoruz. Nedense, hakkında fazlasıyla bilgi yok ortalıkta… Ne ki babası Memduh Ezine’nin yazdığı, içinde Nâzım’a dair anlatıların da bulunduğu bir günce kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlanmıştır, orada oğlu Celaleddin üzerine kimi şeyleri bulmak mümkündür. Ezine’nin yabancı dillerle arasının iyi olması ve iki dünya savaşı arasındaki Almanya’da gözlemlediğince sahip olduğu Alman kültürü, yurda dönüşünde yazdığı iki tiyatro eserine iyice yansımıştır. Celaleddin Bey’in öteki tiyatro yapıtı, ’Bir Misafir Geldi’ dir. Elimizdeki Yakub ve Ötekiler ise, bir Saçmalıklar Çağı [ Bu alıntıyı Michael Foley’in sosyal kritik kitabı başlığından kullanıyorum, oradan mülhemdir!] olan 20.yüzyılın ortalarında yazılmış ve saçmalığın bu kadarı mı olur dedirtmeden okutan-izleten bir yapıttır.

Yakub ve Ötekiler’in başroldeki karakteri, eğer bu eseri bir roman olarak düşünürsek, roman kahramanı Yakub’tur. Yakub Almanya’da felsefe eğitimi almıştır, İstanbul zâdegânından -aristokratlarından bir ailenin çocuğu olarak bir eli balda, ötekisi yağda yaşamaktadır. Eserini dört perde üzerinden kurgulamış olan Ezine, Yakub’la seyircisini-yahut okurunu Heidelberg’le tanıştırır. Oradaki öğrenci hayatından kesitler verip dostluk kurduğu arkadaşlarını sahneye alır. Büyük iç sıkıntıları duyduğu, hayatın anlamı üzerine düşüncelere dalıp bunaldığı bir gün, bir parkta, Melon Şapkalı Adam olarak tasvir edilen garip birisiyle karşılaşır, ayak üstü tanışır.

Melon Şapkalı Adam, Yakub’a egosu olarak kendisini tanıtacaktır. Yakub’a aradığı kimliğini bulması için bir sır vereceğini söyler. Söylediği şeylerin, aslına bakarsanız, pek önemi de yoktur, bildik sıradan kişilik geliştirici sözlerdir: Kendiniz olun, kendi kendinize yeterli kalın ve kendinize güvenin gibi sözler… Bu öğütleri tutmaması durumunda Yakub’u eninde sonunda bulacağını, ondan bir melon şapka daha alacağını söyler. Zira o, tanıştığı herkesten bir melon şapka almaktadır; garipsenecek şeydir doğrusu… Böylesi bir saçmanın ta kendisiyle seyircisini-okurunu karşı karşıya bırakan yazarımız Ezine, belli ki bir mesaj düşünmüş, aklından bunu geçirmiş, onu yazısına yansıtmaya çalışmıştır. Latincesiyle Ad absurdum, eni konu saçma bir şey olarak adlandırılan, kurgusal bir metni masal-dışılığa götürmek çabası Saçma’ya dayanır ve hiç kuşkusuz ki edebiyatta ilk kez uygulanmış değildir.

Fakat Türk tiyatrosunda, yahut romanında, hele 1940’lı yıllar dikkate alınırsa, sanırım Ezine’nin yapıtı ilklerden biridir.

Kurguya tekrar geri dönersek, Almanya’daki tahsilinden sonra İstanbul’a gelen Yakub’u, bu kez Maçka’daki denize nâzır evinde, çalışma odasında izleriz. Yakub artık evlenmek zamanı geldiğini düşündüğünden, öteden beri ilgilendiği, aile çevresinden tanışı olan bir kıza, Fatma’ya, evlenme teklifine hazırdır. Fatma’ya, evlilik teklifi edeceği sıra, buna cesaret bulamayıp susar ve ertesi gün göndereceği bir mektupla her şeyi açıklamak istediğini söyleyip kızı yolcu eder, buysa bir bakıma hayırlı olmuştur, zira yakın arkadaşı Doçent Ömer, Fatma’ya zaten çoktan evlilik teklifi yapmış, kız da bunu kabul etmiştir. Ömer’in, Fatma’nın sahneyi terk etmesinden hemen sonra Maçka’daki daireye gelip bunu açıklaması ardından İstanbul’a küsen Yakub, soluğu Paris’te alır.

İkinci perde Paris’te açılır. Orada bohem bir hayat süren Yakub bir türlü mutlu olamaz… Uzun yıllar sonra Yakub tekrar İstanbul’a döndüğünde Fatma’yla evlenmiş olan Ömer’le buluşacaktır, lakin Ömer artık duldur, boşanmıştır. İki arkadaş meyhane kapılarında dolaşır ve bir işret gecesi ardından Benli Saadet adlı randevü evi işleticisi bir mama kadının evine düşer. Benli’nin randevü evinde sokak kadını Ayşe’yle tanışan eski Paris çapkını, felsefe ve iktisat eğitimi almış, çok gezip görmüş ve her telde saz çalmış Yakub, bu kez ona abayı yakar. Evlenme teklifinde bulunduğu Ayşe’yi Büyükada’daki köşküne götürüp orada, bu fahişeyle birey ve mutluluk felsefesine dair uzun sohbetlere kalkışır; şimdi, Ayşe’nin vereceği karşılıkları merak etmeniz gerekiyor. Ezine ince bir alayla konuşmaları aktarır, böylece okuruna Ad absurdum’un yazar olarak farkında olduğunu duyurur. ¨Bu kadar saçmayı bir arada kullanıyorsam, elbette bir bildiğim var, gördüğünüz gibi akıl ve mantık denilen şeyin semantiği ötesindeki gerçekliğin farkındayım¨ demektedir, âdeta… En sonunda altın kafes köşkünden Ayşe’yi bıktırıp kaçıran Yakub, Leylasını arayan Mecnun kesilir, kendisini berduş bir hayatın içine atar. Onun peşinde dolaşıp tüm servetini harcamak pahasına randevü evlerinden çıkmamaya, her şeye razı olup sefih ve sefil bir hayata başlayacaktır. Dostlarının onu durdurmak için çaba sarfetmesi de karşılık vermez, Yakub tüm servetini yoksullara, toplumun kenarda kıyıda kalmış insanlarına, lümpenler dahil herkese dağıtmaya kararlıdır. Bu arada Ayşe’nin genelevden dostu olan racon kesici Fiyakalı Nuri’yle de sıkı fıkı olmuştur. Ona Ayşe’ye öğretemediği felsefî inanışlarını aktarır. Nihilizme kadar dayanan her şeyi toptan inkâr etmek düşüncesinden kaynaklanmış, öylesine sözler edecektir ki bu lakırdılardan fazlasıyla etkilenen bıçkın delikanlı Nuri, sonunda, Yakub’un sıkı bir müridi olup çıkacaktır.

Fiyakalı Nuri, Yakub’la yaptığı bu felsefî sohbetlerin sonucu, gemi azıya almış gibi eyleme geçer ve gözüne kestirdiği bir Yahudi tefeciyi bıçaklamaya kalkar. Zira Yahudi tefeci toplumun mallarını gaspetmektedir, tufeylidir, mütegallibedir. O yılların anti-semitik düşünce ortamı hatırlanırsa, Ezine gibi birisinin kitabında genel anlamıyla Yahudi’yi ve Yahudiliği hedef göstermesi, en azından şimdi, biraz daha anlaşılır sayılabilir.

Eserin kurgusal anlatısı burada tamamlanacaktır, fakat Yakub’un melon şapka giyerek bulunduğu bu son sahneye, oyunun başında tanıştığı Melon Şapkalı Adam birden bire, beklenmedik biçimde girer; biz, okur, neredeyse Melon Şapkalı’yı unutmuşuzdur. Melon Şapkalı Adam, Yakub’un kendisine bir söz borcu bulunduğunu hatırlatıp ona verdiği söze uymadığını söylemekle, bir ahlak tiradına kalkışır. Kahramanımızın hayatı boyunca yanlışlık komedisi içinde yaşadığını söyleyip Yakub’u İsa Peygambere kötü davranan, bu yüzden ömrü boyunca hep yürümeye mahkûm edilmiş Kudüslü Yahudi Ahasverus ‘a benzetir. Onun gibi lanetli olduğunu haykırır, cezasını çekmesi gerektiğini yüzüne vurur. Tiradın sonunda, Fiyakalı Nuri’yi cinayete teşvik suçu nedeniyle aranan Yakub’u polise teslim eder, ancak Yakub bütün bunlardan sonra âdeta hezeyanlar geçirmekte, çılgınlık derecesinde bulunmaktadır. Melon Şapkalı Adam, Yakub’un Bakırköyü’ndeki akıl hastanesine, tımarhaneye götürülmesi gerektiğini hatırlatıp, polislere bunu tavsiye edecektir. Yakub karga tulumba oradan alınırken, melon şapkasını yere düşürür, işte o şapkayı yerden alan Melon Şapkalı Adam bir şapka daha elde etmenin keyfiyle güle oynaya sahneyi terk eder; perde iner yahut roman, saçmalıklar üzerine biter. Melon Şapka’nın önemi anlaşılamaz, zaten saçmalık anlaşılmak için yoktur. Şimdi gelelim bu anlatılanları anlamaya, yorumlamaya… Zira 1938 tarihinde yaşanan küresel bunalımda insanı, insanlığı anlamak üzere yazıldığını düşündüğüm bu eserdeki absürdite, saçmalık bizim için önemlidir.

Aslına bakarsanız, yapıtını kitaplaştırırken, yazarın bir not düşmek ihtiyacı içinde olduğunu da görüyoruz: ¨Bu kitap ne sahne için yazılmış bir piyes, ne de heyecan verici bir romandır. Sadece bir rüya oyunudur!¨
Öyle anlaşılıyor ki rahmetli yazar Ezine, roman yazmayı külfetli bulmuş yerine piyes yazmak istemiş, ancak böylesi bir piyesin sahnelemekteki zorlukları kavradığından, bunun imkânsız olduğunu da görmüştür. Bu nedenle okuruna, yazdıklarının rüya niyetine okunmasını önermektedir.

Bu anlamıyla bakılırsa, bize göre, Türk roman ve piyes edebiyatında ilk Dadacı eser sayılması gerekir. Ezine’nin dadacı olduğu üzerine bir iddiada bulunmuyoruz, çünkü onun hakkında hayat hikâyesi eksikliği karşımıza çıkıyor. Ancak yapıtında bir inkâr, karşı çıkış, direniş, saçmanın gerçek yerine öne sürülmesi, böylece sürrealizme-gerçekdışıcılığa kadar uzanan rüya anlatımına başvurmakla bizi bir Dadacı yapıtla karşı karşıya bırakır. Öyle sanıyorum ki Ezine, Türk edebiyatına üstü örtük dahi olsa bir dadacı eser katmıştır. I.Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, Fransa’da baş gösteren Dadacılık görünürde çok basit bir açıklamayla ortaya çıktı, ancak her şeyi inkâr etmesi, sarakaya alıp basitleştirmeye çalışması kolay bir şey olmadığından gitgide zor anlaşılır hâle geldi. Sanıyorum, sırf bu nedenle, başını Tristan Tzara adında o güne kadar pek bilinmeyen, şanı duyulmamış Romen asıllı Fransız şairin çektiği bu akım, kısa sürede, halkın gözünden düşüp salt sıradışı tanınmaya çalışan sanatçılar arasında yer etti.
Öyle ya da böyle Dada akımının Türkiye’de pek izi sürülemez; her türden Fransız entelektüelizmine kucak açılır da ona yüz verilmez!

Dadacılık’tan yola çıkmış, Fransa’da bir vakitler geniş yankı uyandırıp çevresinde meraklısı edebiyat denemecilerini toparlamış olan Harfçi Şiir- Lettrisme saçmalığın derdinde değildir, yeter ki yazılan şey okurun, izleyicinin, dinleyenin ruhuna bir sesleniş ve orada bir kalıcı iz bıraksın. Türkiye’de de bu yönde meraklısı çıkmış olan Lettrisme’nin şairlerinden birisi, örneğin, şöyle bir şiir yazmıştı:

“Takatakara mankara
vele lulike kurike yav yav püf
Fese yese yesnen
fekkede bekkey tübüküm ha
Hü Hû Hu
Maskiti Ranâ
Ateşi tanüm beyki tanim tavâ¨

Burada görüldüğü gibi şiirin saçmalığı önemsenmiyor, aksine insan kulağında çınlaması, dilde tekrar etme hevesiyle böyle bir his yaratması, hâsılı ruhta bir iz bırakması isteniyor.
Nitekim, şiiri şimdi okuyan sizin de bu saçmalık dizelerini bir kez daha tekrarlamak isteği içinde olduğunuzu düşünüyorum; kim bilir, daha sonra içinizden mırıldanacaksınız.

Saçmalık romanda fantazyanın, sınırsız hayal gücünün en uç örneğidir, varabileceği en son yerdir. Fantezi yahut fantazya için TDK Türkçe Sözlüğü aynı karşılığı veriyor: Sınırsız, sonsuz hayal, değişik heves, beğeni ve düşünüş [İsim hâliyle]… Ayrıca müzikte serbest olarak yapılmış bestelere fantezi deniliyor; demek ki bu anlamıyla caz müziği bir bakıma saçmadır… Fantastik sözcüğü Latince’de phantasticus ‘tan gelir, hayale dairdir, bu anlamıyla da aslına bakılırsa tüm edebiyat, bilhassa hikâye anlatma sanatıyla roman bir saçmalıktır. Zaten o yüzden değil midir ki çok okuyanlar halk arasında, ¨Vah vah, zavallıcığın zaten bir lokma aklı vardı, onu da roman okuyup hebâ etti!¨ diye yerden yere vurulur… Doğru olanı şudur, edebiyatta fantaziyi ve saçmalığı okuyan ona gerçekmiş yahut en azından gerçeğe yakın duruyor yakıştırması, kabullenişiyle bakar; fakat saçma ‘da gerçeğe yakın duruş bir yana kalsın, okur anlatılanın gerçek-dışılığını daha baştan kabullenmiştir.
Dostoyevsky , ¨Fantazya gerçeğe o kadar yakın durmalıdır ki okur buna inanmalıdır¨ diye gerçekçi anlatımı tercih eder.
Gelgelelim Gogol , berber İvan’ın bir sabah kahvaltısında ekmeğin içinden müşterisi Kovalev’in tanıdık burnuyla karşılaşmasını anlatarak yazdığı Burun adlı uzun hikâyesinde, bu tür saçmalığın bir örneğini verir; adeta saçmayı gerçek olarak kabul ettirir.
Kafka’yı buraya eklemeden geçemeyiz. Onun kahramanı Gregor Samsa, bir sabah hamamböceği olarak uyanmaz mı; uyanır ve biz onun hikâyesini dehşet içinde kalıp Değişim- Metamorphosis ‘de okuruz, demek ki doğru buluruz.

Saçma ‘yı saçmalamak ile karıştırmadan sözü Ezine’nin dadacı yapıtı, fantazya roman-piyesine getirirsek, Melon Şapkalı Adam’ın varlığı tam bir saçmalıktır, ancak rüya kabili okunması istenen yapıtın mihenk taşıdır, nirengi noktasıdır. Bu yüzden, bizce Yakub’tan çok ana karakter o’dur, o olmalıdır.

Kitabın yeni baskıları yapılmamıştır, o nedenle bulunması zor görünüyor. Ancak İstanbul yahut büyük şehirlerin sahaflarına danışarak elde etmek olanağı var. Ayrıca, bu kitabı bulmak üzere ‘www.nadirkitap.com’ adresine de başvurabileceğinizi hatırlatmak istiyorum. Esmerleşmiş sayfalarını, hırpalanmış cildini önemsemeyin, alın ve okuyun, Türk edebiyatına saçmanın nasıl karıştırıldığını kavramak için…
Üstelik baskısı olmayan nadide bir eseri de kitaplığınıza katmış, onu sahaflarda beklemekten kurtarmış olursunuz; kim bilir meraklı birkaç okur dostunuzla paylaşırsınız. Kitaplığınızdan çıkıp bir yerel kütüphaneye gitmesi ise bana kalırsa hayırlı bir iş olacaktır…

Hem belli mi olur, bakarsınız Melon Şapkalı -bir- Adam çıka gelir, sizin o kütüphaneye bağışladığınız kitabı raflarda, eliyle koymuş gibi bulur, sizin kulaklarınızı bir güzel çınlatır; ama siz siz olun Melon Şapkalı Adam’dan uzak durun…

•Yakub ve Ötekiler – Bir Rüya Piyesi
Tiyatro oyunu / Roman
Celaleddin Ezine
Kenan Basımevi ve Klişe Fabrikası
1938, İstanbul
135 Sayfa

•Sahaf Önerisi:
Pami Sahaf, Tolga Gürocak
Bahariye Cad. Kafkas Pasajı, 37/19
Kadıköyü, İstanbul

•Görsel: Gezgin Yahudi Ahasverus, ressam Gustave Doré, 1852

________________

* [email protected]

718630cookie-checkYakub ve Ötekiler

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.