Özür politikaları ve Türkiye (III)

Geçenlerde başlatılan Ermeniler’den özür dileme kampanyası, kimilerince Türkiye’den Ermeni dünyasına yönelik çığır açıcı bir girişim olarak nitelendi. Kimisine göre ise ilk çığır açıcı adım, Cumhurbaşkanı Gül’ün futbol karşılaşması vesilesiyle Ermenistan’a yaptığı ziyaretti. Kuşkusuz, bunların simgesel önemi büyüktür; Türkiye’de bazı taşların oynaması ve ortaya dökülmesi bakımından, özellikle özür kampanyasının ayrı bir anlamı vardır.

Fakat kanımca asıl çığır açıcı adım, Cumhurbaşkanı’nın Ermenistan ziyaretinin ardından kendisiyle yapılan uzun söyleşide Ermeni meselesine ilişkin gözlem ve önerileriyle, Büyükelçi Volkan Vural’dan gelmiştir (Taraf, 8-9 Eylül 2008). Büyükelçi Vural, Ermenistan’ın çöken Sovyetler’den bağımsızlık kazandığı ve komşularına dönük dış politikasının yeni yeni oluştuğu kritik dönemde Moskova büyükelçiliği yapmış, o günlerdeki Ermenistan cumhurbaşkanı ve diğer yetkililerle yakın temasları olmuş kıdemli diplomatlarımızdan biridir. Ayrıca, konuyla bağlantılı başka pozisyon ve deneyimleri dolayısıyla da, “Ermeni dosya”sını en iyi bilenler arasındadır. Tabiatıyla, büyükelçi Volkan söyleşide emekliliğinin verdiği rahatlıkla konuşmaktadır ama, söylediklerinin emekli de olsa Dışişleri camiasının önde gelen üyelerinden biri tarafından telaffuz edilmiş olması hayatî önem taşır. O bakımdan bu diplomatımızın sözkonusu söyleşide ortaya serilen görüşleri kanımca bir milâttır. Bu görüşler, T.C. devletinin yapması gerekenlere ilişkin bir öneriler paketi şeklinde, madde madde şöyle özetlenebilir:

1) Osmanlı döneminde ve özellikle 1915 olayları sırasında sürgüne ve kıyıma kurban gitmiş, yerlerinden yurtlarından olmuş Ermeniler için güçlü bir şekilde, herhangi bir şart koşulmadan ve aranmadan, özür dilenmelidir. Büyükelçiye göre, böyle bir özür Ermenilerin “soykırım” yorumunu kabul etmek anlamına gelmez; dolayısıyla da, bu özürün Ermenileri tatmin etmesi beklenmemelidir; ancak onları tatmin etmemesi, herşeyden önce insanlık adına gereken asgarî bir özürden kaçınmanın mazereti olmamalıdır. Büyükelçiye göre, T.C.’nin soykırımı kabul etmesi, istese de hukuken zaten mümkün değildir; kaldı ki, soykırım kavramının hemen her konunun reddi veya kabulünün bir şartı haline getirilmesi, yani bu kavram üzerinde aşırı derecede odaklaşılması hatalı bir yaklaşımdır. Ayrıca “soykırım” terimi, günümüzde hemen her tür kıyımı ifade eden, çok sulandırılmış ve “banalleşmiş” bir kavram haline gelmiştir. Büyükelçi nitelik ve düzeyine ilişkin bir görüş bildirmemekle beraber, açıktır ki sözkonusu özür mutlaka veya en azından başlangıçta meclisten geçen bir yasa yahut hükümet kararı şeklinde sunulmak zorunda değildir; cumhurbaşkanı, başbakan ya da başka bir yüksek devlet yetkilisi kendi uygun gündemine göre bu özürü dile getirebilir.

2) Ermenistan’la diplomatik ilişkiler biran önce kurulmalıdır. Ermeni hükümeti, ilişkilerin kurulması için hiçbir ön şart koşmamaktadır. Büyükelçiye göre, Ermenistan’ın resmî söyleminde görülen “Batı Ermenistan”a ve “soykırım”a ilişkin gönderme ve atıfları Türkiye dikkate almak zorunda değildir. Birçok ülkede komşularının topraklarında gözü olan kesimler vardır ve bunların her türlü hülyasının bazen resmî söyleme yansıdığı da olur. Ancak, siyasî ve askerî gerçeklikten tamamen kopuk olan bu hülyaların devletler arasındaki ilişkileri esir almasına müsaade edilmemelidir. Aksi halde, Hatay’la ilgili “emeller”ini hâlâ gizleyemeyen Suriye örneğinde olduğu gibi, bazı başka komşu ülkelerle halihazırda iyi kötü yürüyen ilişkileri de kısmak, kesmek gerekir.

Büyükelçinin Ermenistan’la ilişkilerin kurulmasından beklediği fayda, iyimser fakat gerçekçilikten uzak olmayan bir varsayıma dayanmaktadır: hele kapılar bir açılmaya görsün, istim arkadan gelir. Kapılar açılınca, ticaret gelişir, toplumlar zenginleşir, halklar birbirini daha yakından tanır, böylece milliyetçilerin ve diğer fanatiklerin sesleri ve etkileri azalır. Bütün bu gelişmeler de sonunda, resmî söylem ve politikalara olumlu şekilde yansır. Büyükelçi, Ermenistan’la diplomatik ilişkilerin daha işin ilk başında, Sovyetler’den bağımsızlaşan diğer cumhuriyetlerin 1991’de teker teker tanınması sırasında kurulmamış olmasını Türkiye için büyük bir kayıp olarak değerlendirmektedir: eğer bu ilişkiler o dönemde kurulmuş olsaydı, günümüzde Türkiye-Ermenistan ilişkileri önünde en büyük engel sayılan Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri de muhtemelen şimdikinden daha iyi bir noktada bulunacaktı, hatta belki 1993’teki Karabağ işgâlinin önü alınabilecek, en azından bugünkü boyutlarına varması önlenebilecekti.

3) Osmanlı İmparatorluğu sırasında, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşayan ve bir şekilde tehcire tâbi tutulmuş olan bütün Ermeniler (veya nesebi), Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına istekleri halinde otomatik olarak alınmalıdır. Büyükelçiye göre, vatandaşlığa alınacaklara, 6-7 Eylül hadiseleri ardından ülkeden kaçmış/kaçırılmış Rumlar gibi diğer azınlık mensupları da dahil edilmelidir.

4) Ermenilerin geride bıraktığı mal ve mülk, mirasçılarına bir şekilde geri verilmeli veya tanzim edilmelidir. Bazı çok özel istisnalar dışında, geri vermek imkânsıza yakın derecede zor olduğu için, bir fon oluşturularak tazminat ödeme yoluna gidilmelidir. Büyükelçiye göre, tazminat miktarlarının sembolik düzeyde kalması kaçınılmazdır, ancak önemli olan, “bir acı karşısında duyarsız olmadığımızı ve buna empatiyle baktığımızı, insanlık görevi olarak da bir takım telâfi edici unsurlar üzerinde durduğumuzu belirtebilecek” bir yaklaşımı benimsemektir.

Büyükelçiye göre bütün bu adımlar, kendine güvenen ve geleceğini planlamasını bilen demokratik bir ülkenin yapması gereken asgarî işlerdendir. Türkiye Cumhuriyeti’ne “yakışan” da bu olmalıdır. Türkiye halen, Ermeni meselesinin tutsağı durumundadır: ABD’den Avrupa ve İsrail’e dek neredeyse dünya âleme sırf bu mesele için verdiği tavizlerden ve içine düştüğü savunmacı konumdan dolayı, çok daha güncel ve hayatî menfaatlerini korumakta büyük güçlükler çekmektedir. Tutsaklığının başlıca nedeni, vizyonsuzluğudur; vizyonsuzluğunun ana nedeni ise, bugüne kadar izlediği “sıfır risk” politikasıdır. Kuşkusuz, yukarıdakiler de dahil olmak üzere atılan her adımda bir risk vardır, ancak risk almadan sokakta karşıdan karşıya bile geçilemeyeceği aşikârdır. Türkiye sözkonusu adımları attığı zaman, bir sürü “fazla bagaj”ından kurtulmuş olarak, yoluna çok daha hızlı devam edebilecektir.

Diğer taraftan, Türkiye en doğru ve akılcı politikaları izlese, ağzıyla kuş tutsa dahi, bütün yüreklerin hemen yumuşamayacağı, Ermeni taleplerinden ve soykırım söyleminden de vazgeçilmeyeceği, bu konuların daha uzun zaman tartışılacağı ortadadır. Büyükelçinin dediği gibi, “soykırım iddiaları diyasporayı yaşatan bir unsur haline gelmiştir… Kendi insanlarını, müteşebbislerini, siyasetçilerini, sanatçılarını ve para mekanizmalarını doğurmuş”, âdeta bir “endüstri” olmuştur. Bu koca yapının bugünden yarına ortadan kalkması elbette beklenemez. Lâkin Türkiye’den gelecek güçlü bir inisiyatifle ilişkiler normalleşme sürecine girdikçe, sözkonusu “endüstri”nin epey pazar kaybedeceği ve marjinalleşeceği muhakkaktır ki, önemli olan da budur.

Büyükelçi, yukarıdaki önerilerini sayarken, Türkiye’nin bunları uygulamasının geçmişe oranla günümüzde çok daha zor olduğunun farkındadır. Gerçekten de bu işler, araya ASALA terörü, Karabağ’ın işgali gibi olayların girmesinden önceki bir tarihte herhalde daha kolay olurdu. Günümüzde Türk kamuoyunun yukarıda ele alınan dört önerinin belki ikincisi hariç tamamına hiçbir şekilde hazır olmadığı ve bunlara şiddetle karşı çıkacağı açıktır.

Son kampanyaya verilen tepkiden de anlaşıldığı gibi, özür konusunun ülkede hâlâ bir tabu olduğu malûm. Etinden et koparılmışcasına “ölürüm de özür dilemem” diye ortaya fırlayanların tepkisini, günlük hayattaki basit bir özür talebini bile şahsına hakaret olarak algılayanların çoğunlukta olduğu egemen bir kültürün patalojisi açıklayabilir ancak. Sokakta yere tükürünce uyarıldığında, içinden özür dilemek yerine uyaran kişiyi dövmek gelen insanların hayli bol olduğu ve en çok da onların sesinin çıktığı bir toplumdan, hele Ermeni meselesi gibi çetrefilli ve az tartışılmış bir konuda, farklı bir tepki beklemek elbette abestir.

Ermenileri vatandaşlığa alma konusunun da, Türkiye’de çok geniş bir kesimin tüylerini diken diken edeceği meydandadır. Yüzbinlerce diyaspora Ermenisinin Türkiye’ye geri dönüp yerleşme ihtimali, ülkemizde çoğu insanın kolay kaldıramayacağı bir kâbustur. Oysa, yoğun bir turizm dalgasına yol açsa da, Türkiye’ye kitlesel bir geri göç sıfıra yakın bir ihtimaldir. Ama tam sıfır olmayan bir ihtimali bile Türkiye için büyük risk sayanlar çıkacaktır. Ne var ki, eğer bu gerçekten büyük bir riskse, Türkiye Avrupa Birliği üyeliğine başvurmakla bu riski zaten almış durumdadır. Günün birinde, olur da bu üyelik gerçekleşirse, Türkiye’den binlerce Türk Avrupa’ya giderken, Avrupa’dan Türkiye’ye gelen Ermenileri kim hangi gerekçeyle durduracaktır? Açıktır ki, globalleşen ve küçülen bir dünyada, bu tür göç senaryolarından korkmanın ecele faydası yoktur. Ama şu da bir gerçek ki, Türkiye’yi Filistin’e benzetip, ülkeye gelen, mülk satın alan ve yerleşen alelâde turistleri bile tehdit unsuru gibi gören bir zihniyetin egemen olduğu bir toplumda, bu tür korkuların aşılması kolay değildir.

Ermenilere ödenecek tazminatlara gelince, en derin korkuları besleyen konunun bu olduğu kesindir. Oysa burada da, alınan riskler ve öngörülebilecek ihtimaller korkulduğu kadar değildir. Tazminatlar Türkiye’ye elbette belirli bir yük getirecektir, fakat bu yükün ülkenin bütçesi ve ödeme kapasitesiyle orantılı olacağı muhakkaktır. Çok muhtemeldir ki, tazminatların toplam miktarı, Türkiye’yi Ermeni iddialarına karşı savunsun diye Yahudi lobisine ve diğer benzeri güç odaklarına ödenen miktarların çok üstünde olmayacaktır. Ancak bu miktarlar fevkalâde düşük, sembolik denebilecek bir düzeyde kalsa bile, Türkiye’de bunları çok görecek insan sayısı az değildir. Koca ülkenin emlâk zenginliği içinde artık incir kabuğunu bile doldurmayan tapulu azınlık mallarına hâlâ göz dikilen ve el konulan bir düzende, Ermenilere verilecek tek kuruşun dahi pek çok insana batacak olması doğaldır.

Büyükelçi Vural, önerilerini etraflı bir rapor haline getirip zamanında Dışişleri’ne sunduğunu, raporun değerlendirildiğini, fakat kabul görmediğini belirtiyor. Buna şaşırmamak gerekir. Doğrusu, halihazırdaki kamuoyu karşısında, yalnız Dışişleri bürokrasisinin değil, en ufak reformlardan dahi kaçınan ve neredeyse kendi gölgesinden korkar bir görüntü veren hükümetin de niyetlense bile herhangi ciddî bir adım atması beklenemez. Aslına bakılırsa, gökten zembille inmiş bir devrim hükümetinin bile, böyle bir kamuoyu ile fazla yol alamayacağı bellidir.

Ne var ki, kabul görmese de, büyükelçinin önerilerinin Dışişleri’nde ele alınıp değerlendirilmesi kendi başına fevkalâde önemli bir olaydır. Ok yaydan çıkmıştır. Son kampanyayla da görüldüğü gibi, kapalı kapılar ardında başlayan tartışmaların artık azar azar açığa çıkması ve çektiği tüm tepkilere rağmen, kamuoyunun bir ucunda filizlenmesi kaçınılmazdır.

______________

(Bu yazı Birikim dergisinin 240. Sayısında da yayınlanmıştır.)

641050cookie-checkÖzür politikaları ve Türkiye (III)
Önceki haberABAD kararı ve BM sözleşmeleri
Sonraki haberLigde 33. hafta programı belli oldu
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.