ABD’DEN… Olmamak: Doğru şık! – 1

Biraz önce bitirdim. Niçe’ yi anlatan ama yarım saatte  de yenilip yutulacak biçimde hazırlanmış bir kitabı…

Daha önce Stephan Zweig’ ın yine  Niçe’yi anlatan bir yazısını okumuştum. Öyle bir cümle vardı ki ,  insan yoksunu olduğum tekil anlarda bir avuntu başvurusu olarak belleğime yerleşmişti :

“Koskoca Almanya’nın ortasında sesini duyuramayan azaplı bir ruh, bir desperado !”

Bu küçük kitapta ise en çok onun ÜSTİNSAN hakkındaki beklentisi ve düşünceleri vardı. Kitaptan hareketle bu fikirleri  kafamın içinde yeniden taradım, ayıkladım;  bir takım tartışmaya açık, hatta oğlumun koyduğu teşhisin doğruluğunu kanıtlayan ve (“senin   gibi bir iki tane daha bulup  24 saat kesintisiz GRUP TERAPİ seansları düzenlemeliler”) …ve bilgi olduğu anda hepimizi ilgilendirecek savlar ürettim .

Frederich Niçe ÜSTİNSANIN dünyaya geleceğine inanıyordu… Ama bu inancını  üstinsanlara sunamadı ne yazık ki… bu yüzden inanç çok yanlış anlaşıldı;  Alman Faşistler ari ırk yaratma çabalarının  bir simgesi olarak gördüler ÜSTİNSANI…sanırım temerküz kamplarından yükselen  ve  hala uzayın bilmem kaçıncı katmanlarında  işaret dili haline gelmiş dumanlar gezinir;  Nimbusların suyla yüklü olmasına karşın bu dumanlar yine suyla ama gözyaşıyla doludur.

Küller ise doğanın  felaket anlamındaki her başkaldırısında fırtınalarla dünyanın her yerine uçabilen  solgun yapraklara dönüşmüştür ; bizlerin alfabesini çözemediği ama gelecek zamanın bilincinde  uyarı olmaktan da öte kırmızı  alarma dönüşen bu mesajları sanırım sadece tanrı ve onun üzgün melekleri  çaresizce okuyorlardır. Uğradıkları dehşet ve  zulmün büyüklüğü artık bir insanlık acısı ve utancı haline gelen bir ırkın küllerinden savrulan  dumanlarda şunlar yazılı olabilir mi acaba?

“Vazgeç  büyük tanrı…Daha üstün  bir insanı yaratman bile bir öncekilerin suçlarını  hafifletemez artık!”

SÜPERMAN-YA !  ELBETTE Kİ AMERİKA …

Üstinsan olgusunun en fazla dalga geçilmiş, özellikleri abartılarak böyle bir varlığın ancak bir çizgi roman kahramanı olacağı iyice belirtilmiş örneğini de Amerikalılar yarattı: Süperman. Clark Kent!

(Ne uğursuz bir kehanet ki bütün üstinsan eşantiyonları da gazeteciler arasından çıkıyor… )

Amerikalıların bu yozlaştırma, dalga geçme, imkansız tipler yaratma çabaları sonuç verdi. Hepimizin bilinç altında üstinsanı ancak beyazperde de görebileceğimiz inancı yerleşti…

Tabi işi abartan uyuşmaya müsait tipler bu kahramanı AMERİKALI kavramıyla bütünleştirdiler. Sarışın Hans’ın temerküz kamplarında kendisine ruhsal anlamda, o zavallılara da maddenin üçüncü hali  ama zehirli  olarak  verdiği  gazı,  Holywood, zafiyetli beyinlere beyaz perdeden SÜPERMAN  uçucusu olarak hayranlık duygusunun refakatinde nakletti.

Hayranlığın fark ettirmediği  karanlık bir duygu daha vardı ki bu Amerika’nın dünyanın her yerine abanan gövdesi ve gölgesinin karşı konulmazlığını da hissettiriyordu hayran budalalarına… Korku !.

O içinde eridiğimiz hayranlığın epitel dokusuna ustalıkla enjekte edilmiş  bu korku, bileşik kapların formülü gereği hayranlık büyüdüğü oranda onunla aynı yükseltilerde artıyordu…Kurtlar vadisinin POLAT ı Amerikalılara  kameraların gölgesine sığınarak horozlanırken ancak bu hayranlık ve korku bileşeninin yaratabileceği ucuz kahraman tipini de  yadsınamaz biçimde milli karekterimiz olarak tescilliyordu.

Yunanistan Türkiye maçı için YORGOYU ÖPERİZ diye eşcinsel manşetler  atacak kadar kendinden geçmiş bu ucuz kahraman tipi ne yazık ki Türkiye’ nin kendi içine kapanma sürecinde bir toplum ruhu olarak hepimizin beden dilini de  yoklamaya başlamıştır …

Ha bir de  şu dazlaklar var…Uğursuz örneği ADOLF onbaşı olan ari ırk mensuplarının , SS taburları biçiminde  bütün dünyayı kana boğan dehşetengiz eylemlerini ve bitmemiş intikamlarını arada sırada Türk işçilere saldırarak tekrarladıklarını varsayan Neo Naziler. Onlar da ÜSTİNSAN !  Nİ-Ç-E YANILGILARA !

DALDAKİ,MUZ YİYOR…YERDEKİ, MUZ CUMHURİYETLERİNİ …

Peki ne oldu da bu  ümit bitti?  Ne oldu da her konuda hep ileriye giden insanoğlu bir türlü kendi biyolojik yapısında bile üstinsanı geliştiremedi…

Evet , şimdiki insan uçuyor, bilgisayar kullanıyor, IMR a giriyor, lazer ışınları eşliğinde ameliyat oluyor ya da yapıyor, uzaya da gitti…Ama bütün bu müthiş olayları taş devri insanının bedeninden  daha az tüylü, kafatası maymun kardeşin kafatasından daha şekillice  gövdesiyle başardı… da  öğrenme yetisi  BARNEY’İN  yetilerinden çok da farklı değil…

Maymun kardeşine benzemiyorsa, bunun nedeni de sanırım, Shakespeare”in ِ tartışmalı eseri Hamlet’ in ünlü kafatası tiradına bir maymun kafatasının uygun düşmeyeceğini düşünen sanatsever tanrının birkaç bin asır ِ önceden yaptığı küçük bir rotuştur…
Anlaşılan odur ki sevgili arkadaşlar, tanrı bizden vazgeçmiştir !

DOKUZDA BİR KAPASİTE VE ONUN TRAJİ KOMİK SONUÇLARI:

Tanrı bizim yarım yamalak ve henüz deneme aşamasındaki beynimizle  EN BÜYÜK LABORATUARDAN KAÇIP dünyaya HOMOSAPİENS  olarak ayak bastığımız andan  itibaren uygulamaya koyduğumuz tüm rezillikleri,  kepazelikleri gördükçe umudunu yitirmeye başladı.

Belki de insanın bilincine en önemli demirbaş eşya olarak koyduğu adalet terazisinin, hukuk adı altında  CIVA kayganlığı taşıyan –kötü ellerde – ölçütlerle ayarının şaştığını da fark edince yeni bir insan yaratmak için kurduğu laboratuarın kapısına şu tabelayı astı: Tadilat nedeniyle kapalı…

Yarattığı bu müthiş evreni,  her malzemesi her şifresi birer mucize olan bu evreni, ulaşabildiğimiz her yerde çöplüğe çevirmemiz  karşısında duyduğu kutsal hüzünle bakışlarını sonsuz ışığa dönüştürdü  ve ünlü heykeltraş Rodin’ in ellerini  onun kendi beyninden bile komut almadan işleyen ışıklı bir iradeyle vaftiz etti.

Düşünen adam aslında çaresizlik içinde düşünen , YARATTIĞI insanı, şeytanla tutuştuğu bahsi ona kaybettiren insanı düşünen, onu tamir konusunda tereddütler geçiren  tanrıdır.

Tabi o zaman sadece düşünen adama model oluşturdu…Ustayı  bir daha dünyaya getirirse  bu  ikinci Rodin  artık  dirseğini dizine dayamış çaresiz bir tanrı sureti döktürme yolunu seçmeyecektir.

Onun yerine dizini döven ve artık kutsal bir hüzün halinde her güneş        doğuşunun ِönüne gölgesini salacak olan bir tanrı  modeli için   çekicini mermere vuracaktır… hırsla…
Uzak ve henüz talan edilmemiş ormanlarda aslanlar kükreyecektir başlarını göğe kaldırıp…(Bir hayvanat bahçesinde “Allah Allah” diye kükreyen aslanı hatırlayınız.)

Bu arada bu görselliği bir film karesi olarak düşünmenizi de öneririm.  Çekici yani…Çekicin yargıçların karar okurken masaya indirdiği nesneye dönüşmesi   yavaş geçişle daha iyi  belirtilir elbette…

Hadi hepsinden geçtim, hiç olmazsa bizler, biz müthiş insanlar beynimizin dokuzda bir kapasite ile çalıştığını anladıktan sonra onun bizimle irtibat kuran loblarını bir irade haline getirip kullanabilseydik.

Ne mümkün, başaramadık. Tam tersi tanrının  artık bir rönesans veya reform uygulamaktan vazgeçtiği ِ özürlü beynimizin verilerini  çok ciddiye aldık;  hatta AYKÜ ِölçümleri, zeka testleri  yapmak gibi  şişkin kurbağa sendromları ve halisinasyonları yaşayarak  dünyayı yaz-boz tahtası haline getirdik.

İZAFİYET İLE ZAFİYET ARASINDA İNCE BİR ÇİZGİ VAR :

Einstein’ in zeka katsayısı 150 imiş…Tebrikler…Bu devasa zeka sonuçta GÖRECELİ gibi bilimde gerçek bir falso nedeni olabilecek bir kelimeyle defolu…Teorileri de  onları KANITLAMA CESARETİ  gösterenlerin  çift camlı uzay başlıkları içinde kalan son havayı idareli kullanarak  atmosphere   karışmalarına neden olabilecek tehlikeler  içeriyor aynı zamanda.

HİÇBİR AŞK BU KADAR YAŞ FARKINI MAZUR GÖSTEREMEZ !

Mesela siz ışık hızıyla giden bir araca binip  uzaya gitseniz, ışık hızı dünyadaki zamandan çok hızlı olduğu için, diyelim  20 yaşında bindiğiniz araçtan indiğinizde size gözyaşları içinde el sallayan bir nine görürseniz sakın  şaşırmayın.
 
Siz uçarken   çeyizlerini tamamlayıp, sehpa ِörtülerini ve peçetelerini el emeği göz nuruyla işleyen nişanlınız, sizi tam 150 yaşına  basmış olarak karşılıyor. Siz uzayı dolaşırken onun işlediği danteller de dünya çevresini 5- 6 kez dolanacak kadar zenginleşmiş. Tek bir kazancınız var: Kayınvalideniz  sizin uçmanızdan tam 110 yıl sonra arkanızdan kanatlandı. Siz onun emekli maaşıyla aldığı  iki oda bir krater çukuruna sahip, ay manzaralı  yıldızın yörüngesinden garip bir önsezi ile astronot başlığınızın perdelerini indirerek geçerken  aracınıza o meteoru kim yolladı sanıyorsunuz?

Ama nişanlınız estetik mucizesi Ajda  ya da Deniz Akkaya ise artık ayak tabanlarını söktürüp, deriyi de  yüzlerine monte ettiği için sizi yine aynı biçimde  karşılayacaktır…Dümdüz taban olduğu için de balerinler  gibi parmak uçlarında koşarak  süzülecektir size doğru…

Ölümsüz bestecilerden Çaykovski’ nin kuğu gölü balesini  çalacaktır bu arada, Klarnet ustamız Hüsnü Şenlendirici’ nin torununun torunu…

Artık ana konuya dönmemiz gerekirse; bu zehir akıllı Einstein bile hani şu makinelere bağımlı yaşarken, karısını bir başka kadınla aldatma başarısı gösteren Stephan Hawkins  karşısında  1-0 yenik düşebiliyor.

O şimdi  oturduğu yerden binbir zahmetle uzaydaki kara delikleri anlatıyor; ve diyor ki bu kara delikler bir toplu iğne başı büyüklüğünde ama bin çarpı bin milyon hacimde…
Hadi bakalım kolay gelsin…Fizik bizim beynimizin ustalıklar gösterdiği o konkav aynalar panayırından çıkıp Kuantum denilen esrarlı bir o kadar da ürkütücü bir tünele, big bang lerin ayağımızın altına mayın gibi döşendiği bir yabancı evrene doğru vitesini ikiye alıyor. Aksi  ispat edilene kadar doğru  olduğu varsayılan her bir teoremi artık bize alnını akıyla verebilmek için…Bize değil pardon, babası Niçe olan o üstinsana…Yoksa her şey şarlatanlarla bilim adamlarının bir türlü yenişemedikleri bir tahtaravalli üzerinde kalacak…
Tanrıların arabalarını hatırlayın, mr Erich Deaniken (erik olarak okunur, muşmula olarak ta okuyabilirsiniz) hepimizin zaten bir karış havada olan aklını uzaylara kadar uçurmuştu; Çin seddinden tutun da Mısır piramitlerine varana kadar yeryüzünün bütün inşaatlarının uzaylı mimar ve mühendisler tarafından yapıldığını sanmaya başlamıştık…Çünkü en sağlam ve kanıtlanmış yanlarına rağmen müspet iliminde eline ayağına kanca gibi yapışan soru işaretleri vardı. Allahtan Deaniken’in kitabı milyonlarca sattıktan sonra gerçek bir şarlatanlık olarak tarihe geçti…O tıpkı bir çocuğun bağırmasıyla foyası ortaya çıkan çıplak kralın terzisiydi…Bu şarlatanlığın bir an için doğru olduğunu düşünsek bile  gelecek zamandan bir kanıt bekleyemeyiz. Uzaylılar ne hikmetse çekip gitmişlerdi…Eğer bir daha gelirlerse onların sırtından büyük paralar kazanan Deaniken i azıcık hırpalamak için gelirler.

-MR Deaniken, bizim varlığımızı kanıtlamaya çalışırken bizi çağırmak aklına gelmedi mi, hadi sökül paraları…Zaten kur hesabına gore bizim 1 uzay dolarımız sizin 1000 Amerikan dolarınıza eşit…İşin yoksa uzay bankalarında döviz bozdur…”

Tabi Deaniken aynı kurnazlığı gösterip, bu   kavun kafalara bir daha gelmemeleri  için Türk lirası verirse, onlar bin ışık yılı uğraşacaklardır  bizim paramızı uzay dolarına çevirirken. Binlerce  katrilyon kare ve de kere katrilyon YTL…
 
Ama ne dersek diyelim, maalesef   en zeki ve  en akıllı insan türü olan  Einstein ya da Hawkins’ in zekalarının bilimsel üretimleri de  Deaniken’ in palavraları kadar ispatlara muhtaç…

En uç zekalardan ِ öbür uca geçtiğimizde karşımıza Forest Gump ve ben çıkıyorum.
Hadi Forest  bir film kahramanı; sonradan Apollo 13 kullanarak geri zekalıların da bu araçları kullanabileceğini dünya aleme gösterdi; ama ben ?

Küçük bir ِ örnekle durumumu açıklamam gerekirse Stephan Hawkins in kara delikleri benim beynimin hücre odakları oluyor…Hacımları büyük ama üretim toplu iğne başı kadar…

BİLGİSAYARIMIN EKRANI OKUNMUŞ ÜFLENMİŞ SAYILIR!

Bilgisayar ًِ öğrenmek için yaptığım umutsuz çalışmalardan birinde oğlumu yatağından kaldırıp bana bir program kurmasını istemiştim; yavrum uykulu uykulu anlattı, ًِöğretti, denemeler yaptı.

Ertesi sabah ona, uykusundan uyandırdığım ilk soruyu yine sorunca bana umutsuzca baktı ve sadece şunları dedi:

“ Anne sen bu ekranı Kıbleye çevir!…”

Işte bu bana bir işaret  gibi geldi. Tanrı yollayabilirdi bana zaten; beynimin  ekonomik üretimde ısrar eden sistemlerini  ASGARİ harekata geçirecek yakıtı.

Stephan Hawkins’ te uzaydaki o müthiş enerjinin sırrına bu yollardan geçerek ulaşacak. Beynindeki bütün loblar ve nüfus patlaması yaşayan gri akıl hücreleri, tam yol ileri komutu aldacak ve  makine dairesi tam kapasite ile çalışmaya başlayacak; karısına ihanet etmesine neden olan o zevksiz hatunu da düşünmediği  bir  an, Evreka x2  yazmak için tuşlarda gezecek titrek eli…


Şimdi sizler beynimizin bedenimizdeki apandisitten sonra en az gelişmiş bir organ olduğuna nasıl inanırsınız? Hatta aklınızdan geçen cümleyi söyleyeyim de, benim gariban beynimin de en az sizinki kadar çalışabildiğini göstereyim. Bana bakarak gülen görüntünüzün altından altından şu altyazı geçiyor:

-Hah hah delinin zoruna bak, sen kendi beynine bakarak başkaları hakkında hüküm veremezsin. Spastik olmanın nedenini kök ağacına bakarak ara, belki annen babanın teyze kızıdır. Belki üç göbek once annenin dedesi ile babanın dedesi Plevne savaşında yanlışlıkla birbirlerinin kollarını koparıp fırsat bu fırsat deyip kan kardeşi olmuşlardır.

-Hatta bak gözlerin biraz çekik…Eee Türklerin kök hücreleri Moğollara dayanır…babanla annen Moğol kardeşi olunca senin MONGOL OLMAN kaçınılmaz…Üzülme üzülme, burası Türkiye. Şöhret olursan kimse anlamaz…

Ben Mongol olmayı kabul ederim ama bunun nedeni, babamla annemin evlenmelerinden sonraki ikinci büyük felaket  olan akrabalık ihtimali  değil. Çünkü ben beynimden bir adım ِ  ötede durup, yahut bir karış  yukarıya çıkıp bir taraftan gençliğimin kavak yellerini solurken bir taraftan da beynime kuş  bakışı bir göz atıyorum; onun kuş beyninden ne kadar daha fazla geliştiğini düşünmeye çalışıyorum…

Aslında çok umut verici değil sonuç. Kuş ahalisinin beyni, uçma işlemini, biz insanların binlerce yıl kafa patlattıktan sonra ancak Boeing ya da Apollo gibi çelik aygıtlarla gerçekleştirmesinden çok ِönce bir komut  haline getirebilmiş.  Üstüne kuş pislememiş bütün şapkalar  çıkarılır bu ِ özelliğe…

Peki insan beyninin zaaflı olduğu, kusurlu olduğu sonucuna nasıl vardım. Bu büyük ve  neredeyse evrenin sonsuzlarda düğümlenen kaderini anlamamıza yardım edecek teoriyi nasıl geliştirebildim…

BENİ İZLEYİN, BU KANALDA KALIN !

Ne MR ya da tomografi inceledim. Ne beyni avucunun içi gibi bilen, hatta avuç çizgileri normal insan beyninin girinti çıkıntılarından oluştuğunu  düşündüğüm Gazi Yaşargil in bilgisayarına HACKER OLUP girdim…Sadece bir film seyrettim ve olan oldu…


DOĞARKEN AĞLADIM, AĞLARKEN YENİDENDOĞDUM..

Amerika’ da uydu kanalınız varsa ekrana yapışır, Türkiye de ne varsa seyredersiniz. Hani burada zap üstüne zap  yaparken Amerika’ da, Almancılar için yapılan o rakımı deniz seviyesinin de altında reklamları bile izlersiniz…

Alman kültürünün,  kendi hantal ve kapalı kültürüne sağından solundan sızması sonucu Avrupalı olduğuna inanıvermiş ve tüm beden coğrafyasını, yüz mimiklerini  hazmettiğini sandığı bu kültüre gore kukla hareketleri esnekliğinde  adapte etmiş, kalın dudaklı, ıslak bakışlı aşırı deodorantlı kızların tanıttığı market reklamlarını bile dikkatle incelersiniz.

Bir tabiat  karşı-harikası olan, deri ceketli,  kalın ve yağlı yüz derisi kamera ışıklarında içinize içinize akan bir İsmail Y.K yı bile dinlersiniz…

Ben de bu tavaf anlarımdan birinde bir diziye kaptırmıştım kendimi…
Galiba Ihlamurlar altında…O dizideki şiirlerin garabetini kulağımın saçma-savar bölümünde arızalattıktan sonra, ِ ölmekte olan Elif”in doğmamış kızına yazdığı mektuplar bölümünü seyre koyulmuştum…
 
O ağlar ben ağlarım. Ancak oğlum “anne Elif’ten ِ önce sen gidicen” deyince kendime geldim…Nihayet bu bir diziydi, bütün bu zavallı talihsiz insanların iki metre ِ ötesinde kameralar, yönetmenler, “bir sofra planı olsun da karnımız doysun” diye bekleşen set elemanları vardı…Hatta Elif in göz yaşlarını yeterli bulmayan yönetmenin talimatıyla, dizi süpervizörü koca bir soğanı soyuyor, üstelik Elif’ten çok daha gerçek gözyaşı döküyordu…

İşte o anda,  sevgili Birsen in, Faruk beyin kitabından yaptığı ve beni çok etkileyen bir alıntıyı aynen yaşadım…

“Bir patlama olmuştu, kimse farketmemişti ama benim beynimin kara şövalyesi zınk diye durmuştu.”

 Böyle bir anda insan mutlaka bir karar verir…Bir şey aydınlanmıştır çünkü…Sadece kendi evreninizde oluşan bu nükleer patlama , binlerce beyin verisinin  gri tozlarını ağır ağır yağdırırmaktadır; ama siz anlayacağınız nice bilgiden ne kadar korkarsanız korkun,  bir tabanca sesini de andıran o patlamanın  startını alarak  yola çıkmanız gerektiğini anlarsınız…

BEYNİM MASUMDUR SAYIN YARGIÇ !

Soru şu arkadaşlar: Bu gerçekleri, yani ışıkçıları, yönetmenleri, iki adım ِ ötede kurulu stüdyo malzemelerini  bilmeme rağmen, neden beynim Elif’in gözyaşlarını ağlamamı gerektiren  zorunlulukla ve bir gerçek olarak iletti.

Zavallı aciz beynim bu iletiyi beni kandırmak ,ağlatmak için değil; kapasitesinin sınırlı oluşu nedeniyle işleme koydu arkadaşlar…şimdi gelin onun dokuzda bir gibi o kısır ِölçüyle çalışmadığını düşünelim, randımanının dokuzda iki  olduğunu varsayalım:

 O zaman bu beyin bütün bu görselleri, arka plandaki canlı cansız tüm malzemeyi, birbirine yapışık kardeş olan gerçek ve  yalanı, siyam ikizleri gibi ayıracak yetiyi kazanmış bir düşünce boyutu üzerinden aktaracaktı bana; ve ben Elif’i, süpervizörün soyduğu soğanla birlikte algılayacaktım…Aynı düşünce frekanslarında.

Şimdi BU BİR BİLGİ OLARAK VARDI sadece ve beynim bunu bana gerçek  gibi yolluyordu. Bu düzmece gerçeğin foyasını ve boyasını anlamaya kapasitesi müsait değildi. Ben, ondan bir adım ilerde olan, onu inceleme başarısını gösterebilmiş olan ben, onun aktardığı bütün verileri duygusal  alanıma ister istemez sızdırıyor ve Elif le birlikte gözyaşı döküyordum işte.

Beynimin hiç bir zeka lobunda çözümlemeye uğramayan, çok üst katmanlarda birer  bilgi puzzelları  olarak çürümeye bırakılan asıl gerçekler  böylesine etkisiz kalıyordu sonuç olarak. Örneklemek gerekirse ancak değerlendirildiği ZAMAN bakmak ve dinlemek olan, görmek ve duymak eylemlerine benzer bir olay yaşıyordu beynim… Algıladığı şeyi çözümlememi sağlayacak aşamanın şifrelerini  bir dosya olarak indirebileceği bir aygıta sahip değildi.

Şifreyi bilmem gerekirdi ama, ya şifre bir sonraki insanın kullanabileceği dosyaları açabiliyorsa sadece?  Kısaca dokuzda birlik randımanıyla benim beynim ne görürse onu gerçek olarak iletiyor, düşünce mekanizması bu ileti esnasında bütün makinelerini stop ediyordu…Gerçek olmayan veri benim bütün bİlgime rağmen elini kolunu sallayarak, gerçeklerin de olduğu, gerçeklerin de yaşadığı beyin platformuna ONLARIN düşmanı bir casus gibi VİZESİZ, PASAPORTSUZ GİRİYORDU. Ama işin bir başka yönü daha var…

Gerçeklerle aynı kıyafeti giyen bu casus eğer her şeye rağmen algılarını kendi yararına  ayıklayarak kullanabilecek bir beynin içine gecekondusunu dikse bile, o beyin kendi kültürünün yardımıyla dünya ve sosyal yaşam gerçeklerinin   altının çizilmesini sağlayan bu yapay gerçeği  işleyebilir. Tabi  beyne giren bu konuğun da çok yaratıcı ellerden çıkmış olması gerekiyor  ki sanat ancak böylece yaşamın bir unsuru olma özelliğine kavuşsun.)

Ama işin en uç noktasına geldiğimizde bir sonraki üstinsanın beyni belki bütün kurmaca, sahneleme, film olarak sunma gibi çağımızın insanının en masum uyuşturucu stoklarını değeri ne kadar fazla olursa olsun  fazla ciddiye almayacak ve yerle bir edecek gibi görünüyor.

OKUMAK DÜŞÜNMEYE DAHİL !

Yönetmenlerin, senaristlerin, sahneye konulan, filme çekilen her şeyin tahtından ineceği bu gelişmiş aklın beklentisiz  işleyişi çağında acaba okuma, roman, hikaye de mi  kabul görmeyecek artık?

Ben okumanın, roman kahramanlarının bu büyük yıkımın, bu benzersiz gerçekler darbesinin dışında kalacağına inanıyorum…

Çünkü  okurken beyin ister istemez hayal etme, canlandırma yeteneklerini devreye soktuğu için, okuduğumuz her şey , bize etki etmeden  ِönce,  geniş kanatlarıyla açılan düşünce laboratuvarımızda, gerçeklerin kaynadığı, çözümlendiği  şişelere giriyor. ve tanrıya şükür ki okumanın eşsiz büyüsü altındayken, bir Raskolnikov ‘u, bir Hamlet i, bir Prens Mişkin’ i biz kendi irademizle gerçek  kabul ediyoruz; etkilenimlerimizde bir gevşeme, bir su sızdırma, ya da sulanma olmuyor…Üstinsana da bu elle tutulur özelilğimizi aktaracağız.

YÜZEYDEKİ BÜTÜN ETİKLER…HAYATA GEÇEMEYEN BÜTÜN DUYGULAR ! GÜÇ SİZDE ARTIK !

Belki de 9 da birini kullandığımız beynimizin 1 olan bu bölümü   varlığını sürdürürken,  biz bu yetkin düşünme eyleminin yaratacağı duygulara da sahip olacağız..

Bu ana kadar  düşünme gücünün kısık ateşinde var olma savaşı veren nice kural, duygu, olması gereken her sahiplenişin, ِ özetle  beynin üst katmanlarında kızağa çekilmiş nice insani duygunun da göreve döndüğünü göreceğiz…

Bu konu aslında çok irdelendiğinde dünyadaki adalet sisteminden tutun da yaşamı kalite ِölçütü aramadan kabulleniş esnasında, hangi uyuşturucu sosyal ve yasal ZORLAMALARIN da etkisi altına girdiğimize varana kadar, bütün değerler gözden geçirilecektir sanırım…

Benim  biz dememe bakmayın, insanlığın bir parçası olmanın getirdiği birinci çoğul şahıs bu sadece, yoksa beynimiz tanrının bize verdiği kadarından daha fazlasına bizim kafataslarımız içinde kavuşmayacak.

Nice’nin hayal ettiği Üstinsanın donanımının promosyon ürünleri, tanrı hediyeleri olacak, sevmek, merhamet etmek, daha iyisini üretmek için imkanları kendi düşünce malzemesinden çıkarabilmek ve daha pek çoğu.

Aslında tanrının bir lütfudur mevcut beyinlerimizin düşünce ve duygu kapasitesini artıramaması. Bizi idare etmesi…Çoğumuzun bu beyinle ِövünmesi…Bunun nasıl bir aldanma olduğunu anlamanız için size küçük bir ِörnekleme daha yapmam lazım:

Diyelim ki karaciğeriniz ya da mideniz ya da böbrekleriniz hadi biraz daha ileri gidelim libidonuz dokuzda bir kapasiteyle çalışıyor. Bir damla içki sizi siroz yapar, bir acı biber sizi acı acı bağırtır, sizden idrar tahlili isteyen dr un verdiği MİNİK şişeyi dolu getirebilmek için iki hafta tuvalet molası istersiniz..

Libido durumu daha traji-komik, erkekseniz  Jennifer Lopez  dişiyseniz Kevin Koestner size AKM nin ِ önünde randevu  vermek istese, yorgun yorgun ajandanızın boş saatler bölümüne bakarsınız…

Şimdi anladınız mı beynimizin durumunu; elbette bunu kabul etmeyeceğiz, ve bu küçücük kapasitesinin içinde büyük bir kurnazlıla EGOMUZU tam olarak geliştiren beynimizin bize algılattırdığı her şeyi gerçek, yaptırdığı ya da söylettiği her söz ve davranışı üstün zeka ürünü sanacağız…

ŞİŞKİN KURBAĞA SENDROMU NEDİR ?

Eskiden hamilelik testine kurbağa testi denirdi. İstediğiniz bağlantıyı kurun, izin var !
Zavallı erkek kurbağacığın sırtındaki lenf bezine hamile insan dişisinin idrarı zerkedildiğinde errkek kurbağacık bu insan dişiyle, (dişinin BEYNİNDEKİ KURBAĞA SENDROMUNUN HORMONLARA BULAŞMASINDAN OLACAK)  ÇİFTLEŞECEĞİNİ düşünür, hazır kadın hamileyken hiçbir tedbir almasına gerek kalmayacağının  bilinciyle kendi spermciklerini salgılarmış.

Ayrıca prenses öpünce prense dönüşen kurbağa masalında  anlatılmak istenen şey de bu öpücüğün öyle masum olmadığı, kurbağacığın öpücükten başka işler de becererek hamilelik testine aynı zamanda baba olarak ta yanıt vermesi olabilir…

VE TANRI BİZİ BİR KEZ DAHA KORUYOR…

Aslında tanrının lütfu olduğunu söyledim birdenbire üst insane terfi etmememiz…

Böyle bir durumda kapasitesi  gelişmiş bir beynin eleklerinden geçip, beyin sahasına yepyeni, tertemiz ve  çok güçlü olarak atlayan  düşünce ve duygular, önce bellek raflarından eski dosyaları indirirler. Çevre tanımı yapmak için…

Katliamlar yapan, bombalar yağdıran, insan, hayvan tüm masumlara gezegeni dar  eden  bize, biz eski suçluya bu yeni ve taze duygular  onurlu yaşayamayacaklarını anladıkları  bir ortamda kendi varlıkları pahasına  neyi önereceklerdir dersiniz:

Vicdan azabını ilk kez tanıyan bu yeni beyin, bulunduğu bedene nasıl bir tercih sunacaktır bilir misiniz? Hadi bir ipucu..”Hamlet in elinde tuttuğu kafatasının beyni tarafından terk edilmiş olduğunu  varsayın !

Olmak ya da olmamak….İkinci şık doğru  yanıt !

1090960cookie-checkABD’DEN… Olmamak: Doğru şık! – 1

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.