Bedenin beslenme felsefesi

çürümeye daha az meyilli başka bir şey olmaya çalışsanız da nihayetinde bedensiniz. Ve varlığınızı hemen daima “beden” olarak sürdürürsünüz. Bir de hastalandıysanız o andan itibaren artık her şeyin bu bedene bağlı ve bunun kontrol ve isteğinde olduğunuz bilinciyle hareket etmek zorundasınızdır.


Hastalığa direnmek ve tedaviye destek olmak için bunu kolaylaştıracak diyetlere ihtiyaç vardır. İdeal olan besinlerin ve diyetin hastalığın oluşumunu önleme amacıyla hastalanmadan önce tabii olmasıdır. Zira besinlerin sanayileşmesi bedenimizde büyük dengesizliklere yol açmaktadır ve sağlığımız için büyük tehditler oluşturmayı sürdürmektedir. Globalleşme ve dünyanın en ücra köşesine bir başka köşesinden hiç tanımadığı besinlerin ulaşması ve sofralara girmesi de sağlık açısından ciddi bir tehdittir. Bunu “kola” türünden yiyecek-içecekler için söylemiyorum. Söylemek istediğim insanların sağlığını sebze ve meyvelerini yetiştirdikleri coğrafya ile yakından ilgisinin olmasıdır. Örneğin;Akdeniz toplumlarında kendi topraklarında yetişen “muz”un sağlığa desteği ile Brezilya’dan gelen muzun sağlığa desteği aynı şey değildir.


Brezilya’nın Çikita muzu sağlığı tehdit eden bir besin maddesi bile olabilir. İşte bu nedenle “sufi”lerin insanın yaşadığı coğrafyanın birkaç yüz kilometre dışında yetişen besinlerin yenilmemesini tavsiye etmeleri belki de bu nedenle haklılıklara delil teşkil eder. Ya da Medine’nin mübarek(!) peygamber hurmasının bir Brezilyalı ya da Amerikalı için sağlık değil hastalık oluşturabilecek bir besine dönüşebileceğini unutmamalıyız. Yaşadığımız toprakların besinlerinin yetişmesi esnasında katkıları mineral ve elementlar o bölge insanının sağlığını ve hatta ruh halini karakteristik temel özelliğini oluşturabilir.


Karadenizli bir insanın ceval ve asabi olması ya da Akdenizli bir insanın gevşek ve daha hoşgörülü ya da Doğu Anadolu’daki insanların sert olmalarında kendi topraklarında yetişen besinlerin rolü vardır. Sosyolojik araştırmalarda bu durum genellikle gözden kaçan bir durumdur. Ruh dinginliğimiz ve psikolojimiz asla bedenden ve onu etkileyen hastalıklardan bağımsız değildir. Bedenimize yardımcı olmak istiyorsak onun damak tadını yani “besin dili”ni önemsemeliyiz.


Tabaklarımızdaki besinlerin rengarenk olmasından ziyade yerel besinlerden oluşmasına ehemmiyet vermeliyiz. Batı’dan empoze edilen sebze meyve ve diğer tüm besinleri fragmanlara ayırarak yenilmesinden ve bir kısmının atılmasından süratle vazgeçilmeliyiz. Örneğin meyve ve sebzelerinin kabuklarının atılması gibi. Patatesi kabuğu ile pişirmek ve yemek bize ne kadar şaşırtıcı geliyor değil mi? Yuttuğumuz şeyleri hayatımız boyunca önemsemeliyiz. Bunu evhamlı pimpirik bir üslupla değil de dikkatli doğal ve hijyenik bir üslupla yapmalıyız. Ağzımıza attığımız şeyi değersiz bir şeymiş gibi hemen mide bağırsağımızın en ücra köşesine göndermemeli,ona saygılı davranmalıyız. Örneğin onu iyice çiğnemeliyiz. Dağ ve göl manzaralı etiketlerle süslenmiş suni besinler yerine karınca kararınca yerel şartlarda olabildiği kadarıyla doğal ve temiz üretilmiş besinleri tercih etmeli,kutu süt yerine sulandırılmış ve kokuyor olsa da mahalle ya da civardaki köylerde üretilen günlük sütlere rağbet etmeliyiz.


Çocukluğum boyunca kahvaltı soframızın tek yiyeceği olan “otlu peynir” kadar hiçbir yaldızlı peynir benim damak tadıma uygun olamadı ve bedenimi sağlıklı kılamadı. Raf ürünlerinden kaçınıp köylünün sepetiyle pazara getirdiği yiyecekler daima daha sağlıklıdır. Zira raf ürünlerindeki katık ve koruyucu maddeler, aromalar, renk ve lezzet eklentileri sağlığımız için “bomba” etkisi yapan maddelerdir. Evimizdeki teflon çelik tencere ve tavaları plastik tabakları çöpe atarak tahta toprak ve demirden yapılanlarda yemeklerimizi pişirmeliyiz. Beni en çok kaygılandıran ve tiksindiren yiyecekler “genetik değişim”e uğramış olanlardır. Rant ve bol kazanç niyetli büyük firmaların daha çok besin maddesi üretmek adına kötü niyetle daha fazla kar etmek için doğaya uyguladıkları bu düzenbazlıkların üstüne balıklama atlamamak gerekir. Bu türden tanrıcılık oyunları günümüz insan sağlığını bozan en yaygın nedenlerdendir. Bu türden besinlerin son 50 yıldır ülkemizde ise son 20 yıldır yaygın olarak satışta olmasının sonuçlarını henüz yeni yeni görmekteyiz. Kim bilir 20-30 yıl sonra bunlara daha sık rastlayacağız.
(Kanser,Alzehimer ve romatizma hastalıklarına vs.). Günün birinde bunun farkına varacağız ama o zaman iş işten geçmiş olacak.


 Beden büyük oranda (%97) yediğimiz şey demekse hastalığımız ve kanserde yemiş olduklarımızın bir sonucudur. Deterjan gibi kimyasal zehirlerle temizlenmiş pırıl pırıl tabak ve bardaklar asla ninelerimizin küllerle temizlediği kap-kacaklardan daha sağlıklı değillerdir. Elbette yiyeceklerimize karışarak bizi zehirlemekte ve sağlığımızı bozmaktadırlar. Besin seçimi teknik pratik bir seçim olmaktan ziyade ruhsal mantıksal bir seçimdir. Hintli bramiller yemeği hazırlayan kişinin enerjisini ve ahlakını besinlere aktardığına inanırlar. Kendi pişirdikleri yemeği kendi yıkadıkları taslarda yerler. Bu nedenle aşçının ruhsal çöküntüde olması durumunda bunun psikolojisinin ve negatif enerjisinin yemeğin lezzetine dolayıs


ıyla da yemeği yiyenlere de yansıyacağını düşünmekte hiç de haksız değillerdir. Bilimsel olarak bunların hepsinin size saçma geldiğini biliyorum. Çünkü hiçbir bilim dalı veya gastronominin bu negatif enerji yükünü kanıtlamak konusunda bilgiye sahip olmadığını da biliyorum, ama buna inanılmamasının sonuçları (sağlıksız hayat gerçeğini) değiştirmediğini de biliyorum. Bir hekim olarak meslektaşlarıma bunlardan bahsettiğimde çok eğlendiklerini de görüyorum, ama nedense hiçbiri ne yaptıkları işi ne de dünyayı bu değişik bakış açısıyla görmenin ardından birçok doğru daha önemlisi sağlıklı bir dünyaya kapı açılabileceğini düşünmek istemiyor bile. Bizim “mağrur” ve “doğma”lardan oluşan bilimimiz bize yeter demektedirler. Ama her ne hikmetse bilim asla sağlıklı bir insan inşa edemiyor. Besinlerin yararı ve sağlığa olan faydaları piyasa ve parayla paralel olarak hareket etmekte olduğunda 3-5 yıl önce faydalı olan bir besinin şimdi zararlı olduğunu ilan etmek içten bile değil.


Dünyada ve ülkemizde basın neredeyse her şeyin şu ya da bu üniversite ya da profesörlerin yaptığı araştırmaya göre şu ya da bu sebzenin kanserle mücadelede çok başarılı olduğu konusunda mutlaka en az bir haber yayınlamaktadır. Hergün bir sebze veya meyve yere göğe sığdırılamaz. Birkaç yıl sonra da yeni sebze aynı şekilde pohpohlanır. İhtiyaç ve kâra göre tabiî ki. Deli dana hastalığının ortaya çıkmasında canlıların en vejeteryanı kabul edilen ve şiddetten en uzak hayvan olan ve de Hintlilerin gözünde kutsal sayılan ineğin başka hayvanların kemik ve etlerinden yapılmış yapay besinlerle hergün beslememiz yatmıyor mu?


Başka canlıların dönüşüme uğratılmış cesetleriyle geviş getirmek sonunda inekleri çıldırtmıştır. Günün birinde bizler de sabah içtiğimiz bir çay ve kahvenin akrabalarımızın kavrulmuş kemiklerinden hazırlanmış olduğunu veya tabağımızdaki pirzolanın komşunuzun cesedindeki kaburga etinden olduğunu öğrenirseniz delirmez misiniz? Elbette günümüz beden tamircileri (yani doktorlar) bu türden düşünce tuzağına düşmezler ve zaten biz de böyle bir şey peşinde değiliz. O halde?


Çivisi çıkmış bir dünyada ne yutturulduğuna dikkat etmezsek ya da edemezsek bile ne yuttuğumuza dikkat etmeliyiz. Çünkü başka bedenimiz yok.


_________________


Dr. Murat BAŞ (R.Onkolojisi Uzmanı)
[email protected]

703120cookie-checkBedenin beslenme felsefesi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.