Büyü ve yitiş

Saat sabahın biri ve ben hiç tanımadığım birini düşünüp uyuyamadım bu gece. Uzun zamandır maillere kısa cevaplar yazıyor, kendimi vererek okuyamıyorum. Başkalarının sorunlarına empati veremeyecek kadar kendime dönüğüm. Ama aldığım bir mailde, umutsuzluğunu derinden hissettiğim ve cevap yazamadığım biri için ve böyle hisseden herkesle bir bağ kurmak için yazıyorum şimdi. 


İlk gençliğimizde Tezer Özlü gibi yaşa-yamayan, Oğuz Atay’lar gibi tutuna-mayan olduğumuz için, keşke sağ olsaydı da tanışsaydım demedik mi bir çok yazar için, aynı kitapları okuyup aynı müzikleri dinleyenlerle yakınlaşmadık mı? Hiçbir şey, “dediklerini okudum ve hissettim ama faydası olmuyor” diyen biri kadar yardım etme isteği uyandırmıyor, eğer o kişi bir duygudaşsa.


Hayat kim için zordur? Başına olmayacak işler gelen için mi? Herkesin başına zor işler gelir. Hayat, hayatı zor bulan, zor yaşayan için zordur. “Senin ne derdin var”, “Gerçekten dert nedir bilir misin?” diye başlayıp sonlanan cümlelere karnı toktur “o anı” yitirmiş olanın. Çoğu kez öğrencilerime, çoğu kez sevdiklerime, (çoğu kez kendime)  kendilerine gelmeleri için sarf ettim benzer cümleler. “Ne durumlar yaşayan insanları düşün ve şımarıklık etme” demedik mi kendimize bile zaman zaman. Ama sevgili okuyucu eğer tıkanmış hissediyorsan, ya da yaşadıkların yüzünden “niye hep benim başıma bunlar geliyor, niye hiç bir şey kolay değil benim için?” diyorsan, samimiyetle dinle.


İlk kaybımı yaşadığım 11 yaşımda büyükannemin ölümüyle değişecek dünyamdan habersiz ağladım sessizce. Sonra ne ölümler gördüm cesedin bulunuşuna tanıklık edeceğim söken şafakla beraber. Umudunu yitirmiş omuzları sıvazlarken yaşamın böyle bir şey olduğunu içimde hissederken, inanmadığım halde umut vermeye çalıştım. Hastalığıyla savaşıp bir gün fazla nefes almak isteyenlere tanık oldum, kendi gençliğimden utanarak. Çok kardeşli olup yalnız büyümenin verdiği her şeyi yönetme alışkanlığımdan, çok karakterli senaryolarımda her karakteri kendim canlandırdım evcilik oyunlarımda. Tüm rolleri belirleyen olmayı lüks sayarak, yetişkinliğimi merkez olma üzerine inşa ettim bilinçsizce. Dünyanın benim eksenimde dönmediği her fırsatta tokat gibi yüzüme çarptıkça, inancımı kaybetme noktasına geldim. “Sığınmak acizliktir” politikasıyla en güçlü yüzüme hayran bıraktım çevremi. Kalkanlarımı indirdiğime şahit olanların yüzlerinde inanmayan ifadeyi gördüm. Gurbete kaçtım, dilimi anlamayan bir kızla sabahlara kadar ana dillerimizle dertleşip ağladık. Evsiz kaldım, işsiz kaldım, zayıfladım güçsüz kaldım, o metro istasyonundan bu metro istasyonuna bavullarımı taşırken şimdiki kilomdan 10 kilo eksik cüssemle, tüm bedenimi morlar içinde bıraktım. Yılmayıp, “yardım istemeyeceğim” dedikçe tüm vücudumu küçük kırmızı beneklerle süsledim. Kime güvendiysem kof çıktı, saflığımı aptallık sanıp kendime saygımı yitirdim. Özlemlerim bu yaşıma kadar giderilmedi, izleriyle hesaplaştım. Bana ulaşan maillerin benzerlerini yazdım ona buna. “Beni yanına al ben senin kurduğun bu aleme alışamadım” diye Tanrı’ya yalvardım. Küçük bir çocukken “sokakta yenmez içilmez, alamayanın canı çeker” diye öğreten annem yüzünden tokluktan hep utandım, zor durumda olanları hep beynime kazıdım. İntihar edenleri düşünüp onları iç dünyamda canlandırdım.


Bir insanın aklına gelebilecek tüm eziyetleri kendi ruhuma yapan bendim. İster varoluşunu, mizacını, kendin olmaklığını kaderle açıkla, ister tesadüf de. Hayatın öğrettiği şeyi almak istemedikten sonra aynı acı çemberinde dönmek senin elinde. Yalnızlığını giderecek şeyi içinde aramazsan ve içine dönmezsen bu evrende uçan savrulan bir kum zerresisin ve tüm öğretiler boş laftır yalnızca. Gözlerini kapadığında içinde sadece bir ses varsa, ki o da senin sesin, o kadar uzaktır herkesin sesi sana. Kolun uyuştuğunda koluna bir çimdik attığında, kolunun sana ait olmaktan nasıl çıktığını hissediyorsan, ruhunun da uyuştuğunda sana ait olmaktan çıkıp, çimdiklenmesi gerektiğini unutma bunu anlamak için. Kangren olmadan bunu anlarsak ne ala. Ama beynin sana türlü oyunlarla, türlü salgılar gönderip mesaj şaşırtması yaptığında da biyolojik bir varlık olduğunu da unutma. Yazılarını okurken altlarını çizdiğin, konuşan, tüm roman kahramanların, senin içindeki ses aslında. Tıpkı ağzını oynatarak sana senmişsin gibi yakın gelen birini bulduğunda hissettiğin şey gibi. Duyan da sensin, anlayan da. Bir internet kafeye gidip sesini duyurmak istediğin insanlara yazarken, yanında kolunu dürtükleyip duran çocuğa dönüp bakmayı unutacak raddeye gelmişsen, sadece içindeki sesi dinlemeye ihtiyaç duyuyorsun demektir. O zaman kime yazdığının da bir önemi kalmaz. En yakın parka gidip gök yüzüne bağır, aynı şey.


“Üstüne basılıp geçilmiş bir çim alanı gibiyim” desen de, o çim ol da o izi hissetmeyi dene o zaman. Savrulup atılmış bir taş gibiyim diyorsan sallayan eli bulabilecek misin acaba?
 Bir öykü var ki her geçen gün daha iyi anlıyorum. Şu, bir bilgeye gidip acının tarifini soran kişinin öyküsü. Hani bilgenin, önce bir bardak suya bir avuç su koyup tadını sorduğu, “çok acı” cevabını aldığında, bir göle gidip bir avuç tuzu savurduktan sonra “tat bakalım” dediği ve “bu kez tuz fark edilmiyor” cevabıyla kıssadan hisse çıkartılan öyküyü. Ne kadar genişlersek o kadar küçük kalır bazı şeyler. 


Bu yazıyı eski Cat Stevens -yeni Yusuf İslam’ın “Wild World” şarkısını dinleyerek yazarken, son olarak Lou Reed’in bir şiiriyle bitirmek istiyorum.


büyü ve yitiş


bir kez ateşten geçtiysen
alçak gönüllüğü öğrenirsin
ve kurtulursun kuşku labirentinden
alçakgönüllüğü öğrenmezsen
işıklar seni kör edebilir
kimse buna inanmasa da


kibiri,sızıyı aşarsın
peşini bırakmayan bir geçmişi de
ve en iyisi şansa umut bağlama
geç ateşin içinden kavuş ışığa


ateşin içinden geçerken
salla doğru salla elini
silip atacak çok şey var
kafanda bu ölümcül kuşkuya
kimse yardım edemez sana
çok güçlü olmak zorundasın
sıfırdan başlayacaksın çünkü
bir daha ve bir kez daha doğacak
sönmüş bir ateş olacak
karşında dimdik duran


derler ki
kimse bunu başaramaz
oysa sen istiyorsun
ama shakespeare olamazsın
ne de joyce unutma
peki geriye ne kaldı
yalnız kendin olmak değil mi
ve de acı veren bir hırs
en baştan başlamalısın
bir kez daha ve o anda
o gözalıcı ateş yeniden alevlenir


alçakgönüllüğü öğrenirsin
mide bulantılarından da kurtulursun
bir tarafa bırakınca
hep ben birimciliği
sinirlenmeyi ve kendinden şikayeti
geçmiş gülünç gelmeye başlayınca
o zaman büyünün tadına varırsın
ve kendi savaşını kazanabilirsin
görürsün bu ateşin adı tutkudur
ve önündeki bir kapıdır
duvar değildir


ateşin içinden geçerken
hatırlamaya çalış onun adını
dudaklarını yalayıp duran
alevlerin içinden geçerken
hep aynı kalamazsın
ve eğer evin yanarsa
ilk iş o kapıya koş
fakat alevleri söndürme
herşeyde biraz büyü vardır
ve bazı yitişler
herşeyi toparlar.

705420cookie-checkBüyü ve yitiş

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.