Eğitim üzerine düşünceler…

Bugüne kadar eleştirilen herşeyim yetmezmiş gibi, şimdi de eğitim tarzım eleştirilmeye mi başlanıyor ne? Aslında böyle bir tartışmayı yapmamız gerçekten de çok iyi oldu. Çünkü, bu sayede uzun süredir istediğim eğitim tarzıma dair yazı yazma isteğim sonuçlanmış olacak.  
Bilirsiniz, devlet öğretmenlerini. Aslında herkes devletin yetiştirdiği bir öğretmen. Belki bu sözlerimle bir tartışmayı da yanında getirmiş olacağım ama olsun. Umurumda bile değil. Her sözümle, bir tartışma başlıyor. Ne yapabilirim ki, düşününce bunlar ortaya çıkıyor.
Biliyorsunuz, insanlar bol bol okurlar. Başka bir yazıda sırf şu okulu bitirdim demek için okunduğu tezini ortaya atmıştık da neler olmuştu? Sanal eğitime geçilmesi gerekir iddiasında bulunurken de bu sıkıntıları dile getirmeye çalışmıştım zaten.


Hiç düşündünüz mü? Sadece kurallara bağlı kalarak, kaç tane kimya okuyan insan gerçek bir kimyager ya da bilim adamı oluyor. Sonuçta okulu bitirdikten sonra, okulda gördüğü bilgileri eleştirmiyor mu bu insan? Ya da mühendisleri düşünün, gerçek mühendisleri. Ya okulda bunları ne diye gördüysek, demiyor mu?


Ve edebiyatçılardan yani tarihe iz bırakmış kaç şair edebiyat bölümü mezunu? Mehmet Akif Ersoy’un veteriner olduğunu bilmeyeniniz var mı? Hala dün gibi gözlerimin önünde, yaşayan büyük şairlerden Nurullah Genç’in işletme fakültesinde öğretim görevlisi olduğunu duyunca verdiğim tepki. Ya da Nazım Hikmet… Acaba O nere mezunu bileniniz var mı? Biz de bilmiyorduk, bu yazıyı yazarken yaptığımız bir araştırmada şu sözlerle karşılaştık:


“1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşında Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim, kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim, açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag’dan Havana’ya Lenin’i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924’te, 961’de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim 951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 52’de çetlek bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arksaından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana başkasının hesabına utandım yalan söyledim yalan söyledim başkasını üzmemek için ama durup dururken de yalan söylemedim bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye ama kahve falına baktırdığım oldu yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye’mde Türkçemle yasak kansere yakalanmadım daha yakalanmam de şart değil başbakan fakan olacağım da yok meraklısı da değilim bu işin bir de harbe girmedim sığınaklara da inmedim gece yarıları yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında ama sevdalandım altmışıma yakın sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir ” Bunlar kendi söyledikleri. Bir de bizim başka öğrendiklerimiz var. Bakın eğitim öğretim hayatı nasıl?”


“Hamidiye Kruvazöru güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten çıkarıldı. Bolu’da bir süre öğretmenlik yaptı, daha sonra Trabzon üzerinden Batum’a, oradan da Moskova’ya geçti. KUTV Üniversitesi’nde ekonomi-politik öğrenimi gördü. 1924’te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince Moskova’ya kaçtı. 1928 Af Kanunu’ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1932’de yeniden dört yıl hapse mahkûm olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı’ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı. 1938’de Harp Okulu’ndaki aramalarda ele geçen şiir ve kitaplarıyla orduyu kışkırttığı ileri sürüldü ve 28 yıl 4 aya hüküm giydi. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950’de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca tekrar Moskova’ya kaçtı. 25 Temmuz 1951’de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı. Bunun üzerine Nâzım, Polonya uyruğuna geçti. 1963’te öldü. Moskova’da toprağa verildi. Mezarı hala bu kenttedir.”


Demek ki, 14 yaşından beri şairlik ediyorsa, şairliğe başladığı yıllarda henüz hiçbir üniversite bitirmemişti. Ve Necip Fazıl. O hangi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş, biliyor musunuz? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum, sizin sayenizde öğreneceğim. İyi ki artık internet var: araştırma yapmak çok daha fazla kolay…


Okuyup yazmayı henüz 5-6 yaşlarındayken öğrendi. Birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden “yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku” şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir “tütsü çanağı” olan, büyükbabasına ait Çemberlitaş’taki Konak’ta geçirdi. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği mahalle mektebinden başlayarak fâsılalarla çeşitli okullara devam etti. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan kolejinin ardından Serasker Rıza Paşa yalısındaki Rehber-i İttihad mektebine verildi. Yatılı olan bu mektepte de fazla kalamayınca, bir süre için Büyük Reşit Paşa numûne mektebine ve seferberlik sebebiyle gidilen Gebze’nin Aydınlı köyünde, köyün ilk mektebine yazıldı. İlk mektebi, Heybeliada Numûne Mektebi’nde bitirdi. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum” dediği ve şahsiyetinin ana dokusunu örgüleştirdiği “Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Şahâne”ye imtihanla ve en titiz muayeneler neticesinde alındı. Hayatının en nazik dönemini geçirdiği Bahriye Mektebi, içindeki bütün ışık cümbüşleriyle ona, kendisini gösteren bir ayna, parlak bir zemin oldu. İlk metafizik arayıcılıkları ve zabitlerin bile benimsedikleri “Şair” lakabı ile ilk aruz talimleri orada başladı.  Namzet sınıfından ayrı üç harp sınıfını bitirdikten ve mezuniyet durumuna geçtikten sonra diplomasını beklerken, ilave edilen dördüncü sınıfı bitirmemeye karar verdi ve mektepten ayrıldı. Bir müddet sonra da, o tarihte namzet ve sadece üç harp sınıfından ibaret Bahriye Mektebini ikmal ettiğine dair diplomasını aldı. (1920)  17 yaşında, o günkü adiyle ” İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi “ne girdi. O günlerin (1928 Harf inkılabına kadar) edebiyat alemini, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı Yeni Mecmua, Dergâh, Anadolu Mecmuası, Milli Mecmua ve Hayat Mecmuası teşkil etmekteydi. Bu âlem içinde ilk şiirlerini Yeni Mecmua’da yayınladı. (1922) Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra, 20 yaşında, Maarif Vekaletinin Avrupaya tahsile gönderilecek ilk talebe grubu için açtığı imtihandaki başarısiyle üniversitedeki (sömestre)lerini resmen ikmâl etmiş sayıldı ve Paris’e gönderildi. Sorbon Üniversitesi Felsefe bölümüne girdi. (1924)


1929 yazının sonlarına doğru gittiği Ankara’da, içinde 9 yıl müddetle çalışacağı ve müfettişliğe kadar yükseleceği İş Bankasına Umum Muhasebe Şefi olarak girdi. (5 Ağustos 1929)  Taksim’deki meşhur tarihi bina Taşkışla’nın 5’inci Alayının Zâbit kıtasında 6 ay neferlik; Harbiye’de İhtiyat Zâbit Mektebinde 6 ay talebelik, peşinden de 6 ay subaylık yaptı. 18 aylık bu askerlik macerası, 1931 senesinin başlarından 1933 senesinin ilk aylarına kadar fâsılalarla devam etti.


Askerliği bittikten sonra Ankara’ya döndü. Üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi’nin çıkışından sonra artık renk renk konfeti yağmuru altında ve şöhretinin zirvesindeydi. Paris hayatı, kendini arayışının müthiş his helezonları, korkunç girinti ve çıkıntıları arasında, nefs cesareti bakımından hayal yakıcı bir tablo çizdi. 1925’te ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı”nı bastırdı.


O yıllarda bankacılık yeni ve gözde bir meslekti. “Felemenk Bahr-i Sefit Bankası”nda çalışmakta olan Salih Zeki’nin ziyaretine gittiği bir gün, arkadaşının teşvik ve tavassutu ile aynı bankada işe başladı. Daha sonra gayet kısa sürelerle Osmanlı Bankasının Ceyhan, İstanbul ve Giresun şubelerinde çalıştı. 1928 – 29 senelerinde “Bâbıâli” adlı otobiyografik eserinde tafsilatlı şekilde anlattığı, Bâbıâli palamarına bağlı “Bohem Hayatı”nı son kertesine çıkardı.  Henüz 24 yaşındayken, “Kaldırımlar” isimli ikinci şiir kitabının yayınlandığı ve ortalığı takdirle karışık hayret seslerinin bürüdüğü 1928 yılı, onun şiir diyapozonunun herkesce beğenilmek noktasından en dik irtifaları kaydettiği basamak oldu. Bütün eser mevcudu 64 yaprak ve 128 sahifeyi geçmezken, hakkında yazılıp çizilenler bunu kat kat geçmişti. Batı kültürünün içinden yetişti. Saf şiir, sanat, edebiyat ve tefekkür yolundan geldi. 14. İslâm asrında; İslâmın asırlar sonra topyekûn muhasebesini yerine getirdi. 79 yıllık hayatı ve eserleriyle her dem, “hayal kanatları kan içinde” tek başına uçar gibi yaşadı


Bakın, bu 2 insanın da siyasi bir kimliği var. Yaptıkları var, inançları var. Bunlar ilgilendirmiyor bizi. Bizi ne ilgilendiriyor? İkisi de iyi birer şairdiler. Peki şairlik dersini kimden aldılar? Onlar şairlik dersi almadılar, çünkü onlar yaşıyorlardı. Yaşadıklarını yazdılar. Öyle değil mi? Yaşadılar ve yazdılar. Kimileri yaşar ve ardından yazar. Kimileri ise başkalarının yazdıklarını yaşar.


Örnekleri çoğaltmaya gerek var mı? Gözlerimizin önünde iki büyük hayat duruyor. İki büyük insan duruyor. İki büyük şair duruyor. Bu insanlar, hemen hemen her işle uğraşmışlar. Mücadele vermişler, dergi çıkarmışlar, gazete çıkarmışlar, yazmışlar, yayınlamışlar. Kitleleri etkilemişler. Kitlelere kendilerini sevdirmişler. Öyle ki, aklı başında bir insan, fikri yapısı ne olursa olsun, kendisine zıt fikrin öncüsünün yaptıklarını inkar edememiş. En kötü ihtimalle sessiz ve sükut halde kalmak zorunda kalmışlar.


Türkiye’de iyi futbolcuların kaçı, üniversite mezunu? Yani kendileriyle ilgili bölümü bitirmişler, hiç düşündünüz mü? Acaba kaç tanesi Football Learning Teaching dersi gördü, antrenörlerin. Çok komik bir soru oldu galiba..


 

680520cookie-checkEğitim üzerine düşünceler…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.