Şimdi daha solcu olmak var…

Yazılarımı takip edenler bilirler, en son “hep sevmek, yeniden sevmek” diye bir yazı yazmıştım ve bayrama da bu güzel duygularla girmek istiyordum.

Dindar bir insan olmamama rağmen şeker  bayramı etkiler beni nedense.

Dargınları, küskünleri barıştırması, en azından bu niyette olanlar için fırsat yaratması, büyüklerin ziyaret edilip ellerinin öpülmesi, ailelerin akrabalarıyla yaşlı bir aile bireyinin evinde, genellikle  hayattaysa anneanne, babaanne, dede, değilse, anne, baba, hala, dayı, teyze evinde olur bu,  bir araya gelip uzun zamandır birbirlerini görmeyen insanların toplu halde birbirlerini görebilmesi, hep birlikte yenen bayram yemekleri, özenle hazırlanmış tatlılar, helvalar, bu günün yaşlıların en çok hatırlandığı ve sevindirildiği gün olması, çocukların hem topladıkları şeker ve çikolatalarla hem de aldıkları harçlık ve hediyelerle bu günde gerçek bir bayram sevinci yaşayabilmesi, tüm bu nedenlerden dolayı şeker bayramını anlamlı ve kutlanmaya değer bir gün olarak düşünürüm ben.

Ama aynı şeyi, felsefesi ve amaçları bakımından benzer olmalarına rağmen, hatta daha fazlasını içermesine rağmen, çünkü yoksulların evine çok nadir girebilen et ve aşın bolca bulunabildiği gündür bu gün, yine de kurban bayramı için düşünemem…

Kurban bayramı, çocukluğumdan beri hep kurbanlık koyunların ve ineklerin yerlere yatırıldığı ve kan revan içinde katledildiği gün olarak kazınmıştır hafızama…

Onca masum hayvanın toplu halde feryat figan içinde, üstelik çoluk çocuk herkesin görebildikleri aleni yerlerde bağırtıla bağırtıla, yerlerde sürüklene sürüklene ve kanları her tarafa saçıla saçıla, canlı canlı kesildiği bir gün olduğu için her halde, bu günün bayram olarak kutlanması bana hep ironik gelir…

Her neyse bugün benim burada yazmak istediğim konu bu değil zaten.

Aslında bayrama daha iyimser ve güzel duygularla girmek, ailemi, uzun zamandır görmediğim akrabalarımı ziyaret ederek gönlümü şen tutmak ve pozitif düşünceler içinde olmak istiyordum ama olmadı işte, kalemim yine rahat bırakmadı beni ve yazmaya koyuldum.

Beni böylesi yazmak için sabırsız kılan şeyse Nuray Mert’in Radikal’deki köşesinde yazdığı 27Ekim Perşembe “Solculuk ve AB’cilik” başlıklı yazısıydı.

Yazıyı  öyle sevmiştim ki üniversitedeki odama koşup bilgisayarımın başına geçmek ve bu yazı üzerine bir şeyler yazmak için sabırsızlanıyordum.

Bu arada sizler de, internetten veya 27 Ekim tarihli Radikal Gazetesi’nden bulabilirseniz bu yazıyı mutlaka okuyun…

Özellikle de, ümitlerini yitirip yorgun düşen ya da bir şekilde sistemin güç ve görkeminden kendine de bir pay düştüğü için solculuğa inancını yitirip saf değiştiren, okyanusun derin ve korku verici  belirsizliğine karşı tatlı suların keşfedilmiş, onaylanmış, güven veren ortamını tercih eden tatlı su solcuları, siz bu yazıyı bir kez yetmez iki kez okuyun…

Bakın ne diyor sizler için Nuray Mert “Solculuktan istifa edenler, nedense  açıkça ‘biz yorulduk’, ‘ümitlerimizi kaybettik’ veya ‘dünyada olan biteni kavrayamıyoruz’ demek yerine, esip savurmaya, doğruyu bulduklarına, asıl solun kendi bulundukları yer olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Trajik son, boşuna gayret!”

Ve Nuray Mert’in gerçek solculuğun niçin ölmediğine dair cevabı ise şu: “Solculuk üretimin az veya çok olmasıyla değil, öncelikle paylaşıma ilişkin bir itirazdır”

Yazının bütününü burada verme şansım olmadığı için belki bunun bende yarattığı etkiyi verdiğim alıntıların sizde aynen yaratması mümkün olmayacaktır ama bir fırsatını bulur da yazıyı okursanız beni anlayacaksınız.

Şimdi gelelim yukarıda tırnak içinde alıntı yaptığım ve benim de hep üzerinde durduğum; yazılarımda, kitabımda, derste öğrencilerime, çevremdeki insanlara altını çize çize anlatmaya çalıştığım paylaşım ve bölüşüm sorununa…

Kapitalist sistem ve piyasa ekonomisi savunulurken hep yarattığı zenginlik ve üretim artışı örnek veriliyor. Büyüyen bütçeler, ekonomiler, büyük sanayi kuruluşları ve fırsatlardan bahsediliyor…

Peki kimin için bu büyük fırsatlar, kimin için bu zenginlik ve büyüyen sanayi ve yaratılan büyük değerler… Kimin cebi doluyor bu sistemde, bu büyüklükten payını alanlar ve alamayanlar kimler ve alabilenlerin alamayanlara oranları ne…

Benim pastadan aldığım pay büyümedikçe pasta büyüyormuş bana ne.

Ben hep yoksulken, açlık sınırındayken, işsizken, eğitimsizken ve daha da kötüleşiyorken durumum günden güne, birileri her geçen gün daha zenginleşiyor veya pastadan daha büyük pay alıyor diye ben niye sevinmeliyim ki?!!!

Ülkem kalkınıyor, dünya büyüyor gelişiyor diye ben niye sevinmeliyim ki, eğer bu gelişme ve büyümeden bana hiç pay düşmüyorsa ve aksine bana karşı olanlar, beni yoksul bırakanlar daha da zenginleşerek ve güçlenerek üstümüze  üstümüze geliyorsa, bizi daha çok sömürmek,  süründürmek üzere daha çok  patron daha çok yiyici oluşuyorsa dünyada, daha büyük Amerika ve daha güçlü Bush’lar yaratılıyorsa bu sistemde, biz niye sevinmeliyiz ki…

Biz paylaşım savaşından pay alamayanlar, hakkı yenilenler ya da zorla elinden alınanlar, güçle şiddetle, korkuyla bastırılanlar, işsiz, yoksul, aç bırakılanlar, savaşlarda, terörde sizin kirli amaçlarınız ve çıkarlarınız için ölenler, öldürülenler ve sevdiklerini bu yolda yitirenler, bize bunu yapan sizleri daha çok üreten ve güçlü kılan bir sistemi biz niye istemeliyiz ki…

İstemiyoruz işte…
İstemiyoruz…

Özünde tüm bu eşitsiz paylaşıma ve haksızlıklara itirazı dile getiren dünya görüşümüze, yani solculuğumuza bugün öncekinden daha çok inanmaz daha solcu olmaz mıyız şimdi biz…

Büyümenin, sanayileşmenin daha büyük eşitsizlik ve adaletsizlik anlamına geldiği, daha büyük ve daha güçlü ezici, yiyici, emici, sömürücü sınıf anlamına geldiği bir dünyada, daha koyu solcu olmamak ve hala insanca yaşamayı savunmak mümkün müdür sizce…

Evet diyorsanız, bir daha solcuyum demeyin hiç olmazsa…

Dürüst olun biraz…

 

*Yar.Doç. Dr. İ.Ü İktisat Fakültesi

 

1079320cookie-checkŞimdi daha solcu olmak var…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.