Kapitalizm vuruyor, üçüncü dünya kaçıyor, BM sayıyor…

Vahşi medyanın sanal umut tacirliği ve kaçak göçmenler üzerine tersine bir göç yazısı

Tarihin ve coğrafyanın yanıtı bazen soruları boşa çıkarır. 15-20 yıl kadar önce Kaş kıyılarında üretilen sercüven balının ünü ülke dışına kadar ulaşmış. Sarıbelenli şoför Ramazan Aydoğdu, babasının Seyret Çağılı yamaçlarında ürettiği balı anlatırken taa Amerika’ya kadar ulaştığını anlatmıştı. Bu bala adını veren sercüven bitkisinin Kaş kıyılarında hızla yok olmasından olsa gerek, yamaçlara yerleştirilen kovanlardan uçan arılar, soluğu hemen karşıdaki Yunanistan’a ait  Meis adasında alıyorlarmış. Meis’ten topladıkları polenlerle geri dönen arıların dramını  buralı bir ihtiyardan dinlemiştim:  “ iyot ve rüzgarın etkisiyle arıların çoğu geri dönemez evlat. Suya düşüp ölürler…” 

Kıyılarda yaşayanlar bilir, arılar, insanların çizdiği  sınırlara  itibar etmez;  binlerce yıldır suyun iki yanından polen taşır dururlar. İki yıl kadar önce “sınır ihlali” yaptıkları için Türkiye ve Yunanistan arasında küçük tartışmalara neden olduğunu anımsıyorum bu arıların.

Geçtiğimiz günlerde Kaş Turizm Tanıtma Derneği Başkanı Mustafa Eriş, Kaş’a bir havaalanı yapılması için Başbakan Erdoğan’a yazdığı dilekçede havaalanı için gerekçelerini sıralarken Kaş’ın Türkiye’nin AB’ne en yakın noktası olduğunu anımsatıyordu. AB üyesi Yunanistan’a ait Meis adasına sadece 3 mil uzaklıkta olması, Kaş’a bir havaalanı yapılması için “gerekli” şartlardan biriydi. Medeniyete bu yakınlıktaki bir ilçe için ayıptı havaalanı olmaması.

Kaşlı arıcıların kovanlarını yerleştirdiği yamaçların çoğunluğunun da  “AB manzaralı” vurgusuyla, ironik  biçimde  yerli  ve yabancılara  satıldığına şahit olmuştuk. Bir turizm kentine hizmet talep etmenin,  bir  toprak parçasını daha çok edere satmanın yolu; medeniyete yakın olmasından geçiyordu. AB, refahın, toplumsal adaletin, insan hak ve özgürlüklerinin; çağdaş dünyanın geliştirdiği yüksek medeniyetin bugünkü adıydı. Soğuk savaş sonrasının dünyasında yaratılan algı böyle uygun görüyordu. Bütün iletişim kanallarının kılcal damarlarına kadar ulaşan düşünce, iyiyle kötünün savaşı üzerine kurulan Yeni Dünya Düzeninin diliyle şekilleniyordu. Batı iyi, Doğu kötüydü ve ‘iyileştirilmesi’ gerekiyordu. Demokrasi ya da savaşla. İnsanlığın bütün yaşam alanları gelişmiş beyaz adamın lehine kuşatılıyordu. Atmosferden, denizlerin diplerine, manyetik alanlardan, dağların zirvelerine kadar  dünyanın bütün değerleri patentleniyordu. Ya onlardan olacaktınız, ya da düşman. Geriye tek bir seçenek kalıyordu. Köprü olmak. Türkiye Köprüydü. Medeniyetle barbarlık, yeniyle eski, modernle geleneksel, çağdaşla çağdışı, Doğu’yla Batı arasında; sadece üzerinden geçilen bir  köprü. Unutuldukça yeniden anımsatılan bir köprü, tıpkı Cumhurbaşkanı Gül’ün son ABD ziyaretindeki basın toplantısında Bush’un ‘Türkiye  ve  köprü’ kelimelerini bilmem kaçıncı kez yinelemesi gibi.

Beyaz adamın yediği her lokmada kanı-teri bulunan yoksul Afrika’nın, bombalarla haritadan silinen Afganistan’ın ve son beş yılda bir milyon insanını kaynakları uğruna medeniyet tanrısına kurban veren Irak ve Ortadoğu coğrafyasının halkları; yeni düzenin tıkadığı hayat damarlarına bir damla oksijen bulabilmek umuduyla ‘medeniyete’ doğru çıktıkları yolda yıllardır  bu köprüyü kulandılar. Ve her defasında Akdeniz’in tuzlu suyu doldurdu ciğerlerini. Tıpkı kendi coğrafyasında polen kaynakları tükenen arıların, bu gün uygarlığın beşiği ilan edilen AB’nin parçası olan Yunan adasına uçarken yoğun iyot ve rüzgardan ölmeleri gibi. Dünyanın gözleri önünde işlenen bu dramatik göç cinayetlerinin seyircisi olan medya, küresel tanrıların sözde ışığına koşan insanların ölümleri üzerinden medeniyet güzellemesi yapıyor. Medeniyetle üçüncü dünya arasında köprü olan Türkiye’nin Akdeniz ve Ege kıyılarında son bulan  Asyalı  hayatların ölüm haberi, “umuda yolculuk son buldu”  biçiminde sunuluyor. Kimin umudu? Neyin umutsuzluğu? Batı, kendini üçüncü dünya için sanal bir  ‘umut’ olarak kodlarken, kendi umudunu üçüncü dünyanın zengin kaynaklarında arıyor. Batı, kendi halkının umutsuzluğunu, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek gideriyor. Üç yaşındaki Iraklı çocukların kara gözlerindeki donuk hüzün,  vahşi kapitalizmin silikleştirdiği Batılı ruhlara tampon oluyor.

Üçüncü dünya ile sözde uygarlık arasında köprü olan Türkiye kıyılarında son bulan binlerce ‘kara hayat’ bir yana, geçtiğimiz yıl sadece Aden Körfezi’nde Hint Okyanusu’nun sularında boğularak ölen Afrikalı sayısı; 1400! Dünyanın Güney yarımküresinde, ‘ batsın bu dünya!’ diyerek siyahi bir öfkeyle kapitalizmin damarlarını tıkamaya doğru yola çıkanların öyküleri, medyada pekmeze koşan arılar gibi sunuluyor. Dünyanın gen ambarı, insan deposu olan Afrika’da milyonlarca insan bedenleriyle uygarlığa doğru intihar ediyor. Kapitalist dünya hesapta olmayan bu siyahi intiharların şokunu yaşıyor. İnsan hakları, demokrasi ve evrensel hukuk gibi kendi ürettikleri kavramların altında boğuluyorlar. BM sadece rakam açıklayıp, istatistik tutuyor. Dünyaya mültecilikten modern  hikayeler, yükseliş öyküleri derleyip efendilerinin uygarlığını taçlandırıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) web sitesinde aynen şöyle yazıyor: “Dünyada yaklaşık 23 milyon mülteci vardır, ki bu sayı İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’nın toplam nüfusuna eşittir. Mültecilerin %80’i  kadın ve çocuktur ve her gece yüz binlercesi aç karınla uyumaktadır…” Devamındaysa, “Albert Einstein, Sigmund Freud ve Rudolf Nureyev  de mülteci idi ” diye ekliyor. İşte kapitalizmin sonraları Amerikan Rüyası biçiminde formüle edilen ve insani zaafları kendine yakıt haline dönüştüren sihirli formülü bu: “ bir gün sen de başarabilirsin”.

Kapitalist Batı’ya göre dünyanın bir bölümünün ‘demir perde’ ile kapatıldığı yıllarda, böylesi hikayeleri çok seviyordu Batılılar. Rus balet Nureyev’in öyküsü, bu anlamda, bir zamanların Avrupa’sının ‘Saraydan Kız Kaçırma’ algısıyla aynıdır. Demir perdenin arkasındaki yeteneklerin dramatik öyküleri, romanlara ve filmlere konu ediliyor ve tüm dünyaya etkili bir propaganda malzemesi olarak arz ediliyordu. Nureyev’in ardından Katerina Witt gibi örneklerle ‘demir perdeden kız kaçırma’ tadında öyküler, Batılıların kapitalizm tanrısının hanesine sosyalist bloğa atılan okkalı bir gol olarak yazılıyordu. Biz de bu duygudan mahrum  kalamazdık. Özallı yılların Türkiye’sinde de Halterci Naim Süleymanoğlu Bulgaristan’ın ‘demir parmaklılarının’ arasından Özal’ın kıvrak zekası ve el çabukluğuyla çekilip alınıyor, Naim’in kaçış öyküsü, Özal’ın  siyasi yaşamının belki de en  verimli  propaganda malzemesi haline getiriliyordu. Ne var ki Naim, hızla gelişen bu öyküyü yine aynı hızla bitirecek, Özallı yılların hızlı çözülmesinden kendisi de nasibini alacak ve disiplinle başladığı kariyerini, Türkiye’ye özgü disiplinsizlikle noktalayacaktı. Gerçek demir perdenin ne olduğunu da yıllar sonra anlayacaktı.

BM, 1951 yılından bu yana mülteci hareketlerini izliyor. Meksika’dan, Güney Asya’ya, Aden Körfezi’nden Adriyatik kıyılarına kadar dünyanın her yerinde kapitalizm tarafından “rahatı kaçırılmış” insanlar yaşamlarının her günü “batsın bu dünya!” diye haykırıyor. BM, Batının savaşlarla, yağmayla ve  vahşi kapitalizmle yaraladığı, hatta öldürdüğü insanlığı sayıp tasnif ederek bu devasa insanlık sorununa ‘kaçak göçmen’ tanımını uygun buluyor. Dün demir perdeden kaçanların (kaçırılanların) hayatlarıyla avuttuğu yüksek medeniyetle körelmiş insanlarını, bu gün demokrasiye ve refaha kaçış olarak sunuyor. Kaçak olan kim? Nereden nereye bu kaçış? Bu derin soruların yanıtlarını çok derinlerde aramak gerekiyor. 1968’lerin Çiçek Çocukları, medeniyetten kaçarak Doğuya sığınmışlardı. Nepal, Katmandu ve Tibet… Batılılar gittikleri her yerde insanları huzursuz etti. İnsanların haklarını önce ihlal edip, sonra onlara insan hakları kavramını öğretti. Bu gün dünyanın en problemli bölgelerinden biri haline geldi Nepal. Doğunun koynuna kaçan çocuklarını kısa sürede geri kazandı Batı. Demokrasi beşiğinde sallayarak avuttu çocuklarını.

Demir perde dağıldı, Belin Duvarı yıkıldı, soğuk savaş bitti. Batının çocukları dünyaya yeniden dağıldı. Madagaskar’ın vahşi menekşelerini, Laos’un büyüleyici lotusunu kokladılar. Ağrı Dağı’na bakıp demli çay, Şam pazarında meyan şerbeti içtiler. Semerkand’da gül kokusu, Marekeş’te keşmekeş…  Batının çocukları kapitalizmin üzerlerine örttüğü çelikten tül perdeyi gördüler. Ferrari’lerini satıp yollara düştüler. Kapitalist vahşetin küçücük evlerinde rahatlarını kaçırdığı, ellerinden ekmeğini, suyunu aldığı Orta Doğunun, Asya’nın ve Afrika’nın halkları, binlerce yıldır Batılı çocukların  Ferrarilerini  satıp koştuğu ruhla yaşıyor!

Şimdi kim nereye kaçıyor, kaçak kim, göçmen kime denir? Umuda yolculuk ne tarafa düşer? Kimin  umudu, kimin umutsuzluğu. Bu  tarafa  kaçan Batılıları kim rapor edecek?

Yazıya Kaş’la başladık yine Kaş’la bitirelim. Kaş mezarlığında, medeniyetin üzerine bomba yağdırdığı ülkelerinden Almanya’ya kaçarken 1997 Mayıs’ında Kaş açıklarında boğularak ölen  Iraklı Galawesh ve 3 yaşındaki kızı Hassti Mustafa’ya ait mezarın yanında 6 Iraklının daha mezarı bulunuyor.* Onlar, vahşi kapitalizmin savaşla parçaladığı yaşamlarını yeniden toparlamak için evlerini terk etmişlerdi. Son durakları Kaş mezarlığı oldu…

Alman Gabriella, Finlandiyalı İrma ve İngiliz John…  Adını burada anamayacağımız onlarca Avrupalı… Onların da ruhları, hayatları parçalandı;  aynı kapitalizm tarafından. Ve onlar da dağılan yaşamlarını yeniden toparlayabilmek umuduyla evlerini terk ettiler. Türk kıyılarına geldiler. Onların da umuda yolculukları bu kıyılarda son buldu. Kaş’ta, Alanya’da, Didim’de öldüler. Iraklı Galawesh’le aynı mezarlığa gömüldüler…

Kapitalizm öldürür!

Irak’ta, Somali’de, Afganistan’da savaşla ve hızla;  Almanya’da, İngiltere’de demokrasiyle  ve yavaş yavaş.
_________________

*Galawesh Mustafa’nın mezarı başında eşi Halid Mustafa ile yaptığımız söyleşi için: https://acikgazete.com/?newsid=6177&category=106

** ÇGD Antalya. Şubesi’nin yayın organı Çağdaş Akdeniz’in “Barış Gazeteciliği”  dosyası için yazdığım metnin genişletilmiş halidir.

Yusuf Yavuz- [email protected]

FOTOĞRAF: Teknik olarak yazarların köşesine koyamadığımız fotoğraflara ulaşmak için lütfen tıklayınız…

1195720cookie-checkKapitalizm vuruyor, üçüncü dünya kaçıyor, BM sayıyor…
Önceki haberBeypazarı’nda vahşi doğa gözlenebilecek
Sonraki haberAKP’den MHP’ye türban önerisi
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.