İki Köyün Hikâyesi*

İstanbul’daki Salı Pazarı Rıhtımı, benim için, hayatımdaki iki köyün kapısıdır…

Salı Pazarı’ndan, 1960’lı yıllarda Uludağ, Gemlik, Avşa, Bandırma vapurları tarifeli içhatlar seferi yapar, o vakitler, yaz aylarında gemiler ıskarça vaziyette olurdu.

Bandırma’ya, Avşa’ya, İzmir’e, adalara hatta yalı yalı Mersin’e kadar giderlerdi.

Biz ailecek göç zamanı gelmiş kuşlar misali Haziran ortalarında Bandırma Limanı’na yanaşacak vapurlardan birinde olurduk…

Balık istifi doldurulmuş yük ve insan kalabalığı 2.sınıf güverteye kadar uzanır, biz gibi bir parça hâli vakti yerinde olanların bileti 1.mevkiye kesilirdi de azıcık rahat ederdik.

Yaz ayları İstanbullu için sayfiye zamanıydı; hele biz çocukların patırtısı çok çıkardı.

Bandırma târikiyle İzmir’e kadar, -o zamanlar İzmir’den daha aşağısına pek gideni olmazdı- aileler yazlıklara, yazlığı olmayanlar köylerdeki bekleyenlerine gider, yaz yemişlerini patlayıp çatlayasıya, doyasıya tıkınmak üzere ağaç gölgesi hasretiyle koşardı.

¨Oğlum incir o kadar yenmez, bir de üstüne su içilmez, bak cırt cırt olursun sonra!¨ veya ¨Elmayı say da ye, armutu soy da ye! Meyveyi bol buldun, karıştırma, sonra karın ağrısı çekersin!¨ diye sıkı sıkı tembih ederler, lakin biz, manav önünde yutkunması tutmuş çocukların bu bolluk içinde perhizli adam gibi durması elbette beklenemezdi.

Bandırma’daki iskele garajında sıralanmış, vapur karşılayıp birçok kasabaya yollanacak otobüsler arasında Biga yolcusu olurduk.

Genellikle aynı tarihlerde iki kız kardeş, annem ve teyzem, köy yazlığını tercih ederdi, o yüzden kalabalık olurduk. Otobüsün tahta koltukları dar ve rahatsız olsa da, dede evinde odalar bol, geniş, rahat, püfür püfürdü; taş evin hâli bir başka olur!

Biga’da yahut köylerinde tatili geçirecek aileler tıklım tıkış, kucak kucağa doluşur, aramızda da kimi köylülerin muhtemelen Bandırma pazarlarından alınmış tavukları kafeslerde durur, sıcaktan dilleri bir karış dışarıda zar zor soluk alan bu hayvanlar bin bir eziyet içinde kalırdı.

Göz kapakları hemen kapanır, bir kafeste bir düzine tavuk birbirine yapışmış ayakta uyurdu. Çocukluğum, köy yaşamında hep tavukları gözlemlediğim zamanlardır, hâlâ da fırsatını buldukça seyrederim onları; garip mahlûkattır…

Yolculuk bitmez görünür ve bir sabır eşliğinde sürer, oflayanı poflayanı, sigara dumanı, gürültü patırtı arasında köylerden geçile geçile Biga kasabasına yaklaşılır, biz Allah’tan kasabaya yirmi kilometre mesafede bir kavşakta inerdik: İşte Çerkes köyü, Osmaniye…

Çardak altındaki birkaç masa, sandalye ve sedir tahtaları köyün erkekleriyle dolu olurdu.

Onlar bize sanki teşyici, karşılayıcı çıkmış gibi uzaktan bakışlarıyla gelenleri tartar, kimlerden olduklarını çıkarır:

¨Mehmet Efendi’nin torunu Mahmut, annesi, ablası… Dur dur, daha inen var, Mahmut’un teyze oğlu, kızı, teyzesi…¨

¨Hangi Mehmet Efendi?¨

¨Canım, tepedeki avlulu taş evin Mehmet Efendisi…¨

¨Ha, desene bu yaz yine Osmaniye çoluk çocuk bostanına dönecek…¨

¨Öyle, öyle!¨ derdi bu konuşmayı ilk baştan, ¨Bu şehirli çocuklara dikkat kesilmeli, mazallah kuyuya muyuya düşerler…¨

Annelerimiz çardak altındakilere mahçup bir selam verip, hafifçe eğimli köy içi yolundan tırmanmaya başlar, biz arkalarından sökün ederdik. Köy camisine sıralı evlerin arasından, avlu çitlerini sıyıra sıyıra yukarı çıkılır, gürültüyü duymuş evlerin ahalisi kapı pencereye çıkar, hoşgeldinizler hemen başlardı.

İşte, Hidayet Teyze; kışları Üsküdâr’dadır…

İşte, sonradan muhtarlık yapmış Rafet Beyin evi…

İşte, köyün delisi; o da cami avlusundadır…

Geçen yıldan kalmış hatıralarımızla üç beş adımlık bu toprak yolda iz sürüp, onları birer ikişer yerli yerine koyarak yokuşu tırmanır, toprak yol sağa dönüp de Katırtepe Köyü’ne köy tarlaları arasında uzanırken Osmaniye’nin son evi sayılan Çerkes Mehmet Efendi’nin avlusuna dayanırdık.

Çerkes dede çakır gözlü, yakışıklı, köylüden sayılmayacak cinste hergün tıraşlı, üstü başı bakımlı bir adamdı.

Hırslanmış gibi bir kuvvetle bizleri kucaklar, soluğumuzu kesecek kadar kuvvetle bağrına basar, galiba arada göz yaşı da dökerdi. Sonra köpekler, avluda dolaşan tavuk ve şürekâsı ortaya çıkar, anneanne ise evin kapısında belirir, bize kucaklamaya koşar, gelir…

Annelerimiz, daha ilk adımda ilk tembihi yapıştırır:

¨Aman ha, kuyuya yaklaşmak yok!¨

Kuyu, avlunun çınar ağacı altındaki dede evinin o kuyusu hayatım boyunca unutmadığım sembollerin başında gelmiştir: Karanlık ama dibinde bazen bir gizli su kıpırtısı görülen, serin bir rutübetin kuyuya eğildiniz mi yüzünüzü yaladığı bir garip yer!

Kuyuya bir sırt ürpermesiyle bakıp, geri çekilerek eve doğru ilerliyoruz ve işte Osmaniye’de bizim için yaz başlamıştır.

Az zaman geçince, oturduğu yerde rahatı kaçmış ve bu yüzden sınırlarını genişletmek huyuna sahip tüm insanlar gibi, bulunduğumuz yer bize dar gelecektir. Önce yan avluya bir müracaat eder, merakımızı gideririz: Eşref ve Arslan amcaların bitişikteki evlerine, daha girişinde tütün hevenkleri asılı tahta direkler arasından geçilerek girilir, tarhana kurutulan şiyagu dedikleri avlu bizi ortalık yerde karşılar… Ahırlara bakmadan hiç olmaz; teyzeoğlumla gider, bakarız… Tezek kokusuyla tanışıklığımız o zamanlara dayanır.

Sınırları genişletmek lazımdır, köy dediğin üç beş hâne, birkaç avlu, tepenin yamacında Biga şosesi, öğle saatlerinin cırcır böceği sesiyle ağırlaşmış sıcağında bir sessizlik, köyün eşeklerinin hançeresinden arada bir çıkan anırma sesi dışında sessizlik…

Bazı bazı bir kavgacı horozun çığlığı da duyulacaktır!

Tatil okuma kitaplarını oldum olası sevmemişimdir, ama onlardan çifter çifter alınmış, yaz tatilinin vaz geçilmez malzemesi gibi yanımızda getirilmiştir. Tatil okuması denilen şey, müfredata bağlı olmamalıdır da ondan sevmem! Okunacak kısım bitti, şimdi sıra matematik ödevinde diye çocukların burnuna dayatılması hep rahatsız etmiştir.

Öğle saatleri annelerin, kentli çocukları uyutmaya sevkettiği, böylece köylülere ¨Bakın bizde şehir âdeti budur! Disiplin ve uyku!¨ diye azıcık üstü örtülü caka sattıkları şeye sıra gelir; ama ya öncesinde ya sonrasında tatil okuma kitapları okunacaktır; oku!

Râkım Çalapala’nın Atlas Kitabevi’nden çıkma bu kitaplarında resimlere dalıp gitmeye bayılırdım. ¨Köye Giden Ali¨ başlıklı saçma sapan bir yazıya eşlik etmekte bulunan bir görsel canlandırmaya bakılırsa, köyün içinden geçen bir dereye oradaki bir iskeden balıklama dalan bir kentli çocuk vardır; ona özeniriz… Ali balıklama dalarken, sudan bir balık da hop diye havaya sıçramıştır, resimde bu ayrıntıya takılırız.

Sonra sıra Osmaniye’de dere aramaya gelir, fakat gel de bul!

Bir dere vardır aslına bakılırsa, şoşeye yakın bir yerden akar, tepelerden gelir suyu, Aşağıdemirci taraflarından… O istikamette Osmaniye’nin mezarlığı vardır ya, geceleri o kabristanda ışık gezindiği söylenir. Masal desen değil, gerçek mi hiç bilinmez, ama biz bunları dinler ve iyice yorgan altında büzülür, süzülür kalırız. Ertesi gün mezarlığa yakın yerde dolaşmak, şövalyelere yakışan bir meydan okuma sanatıdır. İşte gündüz parlaklığında görülemeyen kabristanın cılız ışıkları geceye bırakılırken beri yandan köy mezarlığını sıyıran dere aranır, bulunur; lakin derenin yatağı kurudur!

Taşların arasında câbeca su gölcükleri varsa vardır yahut hiç!

Nerede o şırıl şırıl sular?

Nerede köye giden Ali’nin cumburdanak içine atladığı dere…

Marmara’nın yaz iklimine ayak uydurmuş bir taşlı dere yatağının gelişine bakarız, dere yol boyunca hafif bir yokuş tutturup Doğu istikametinde dağlara doğru uzanmaktadır. Dere kenarındaki yol ise yeşilden sarıya dönmek hazırlığındaki bir tabiatın içinden kıvrıla kıvrıla gelen bir yoldur, Aşağıdemirci Köyü’nden gelir…

Az ilerde, asfaltı telaşsız geçmekte, buralarda tostos dedikleri cinsten bir kaplumbağa manzaranın olmazsa olmaz parçasıdır. Adım atmaya mecali kalmamış gibi yavaş yavaş, bin bir sıkıntı ve tereddüt içinde kalarak asfaltı geçer; biz koşar, yerinden alır, gideceği yöne bırakır, tabiata yardımcı olurduk.

Köy, kaplumbağanın geçtiği asfaltta bitmiştir, kös kös geri dönülür, Aşağıdemirci asfaltına, o zamanlar asfalt değil mıcır bir yol vardı, işte oraya gittik diye annelerin suratı iyice asılır.

Sonra günlerden birgün, hep beraber oraya, Aşağıdemirci’ye gidileceği konuşulur. Bu köyden o köye gitmesi öyle zor bir şeymiş gibi hazırlıklar bile yapılır! Yürüsen, ferah ferah, yayan yarım saat çekecek yolu o tarafa gidecek bir araçla beş dakikaya varmaz alırsınız.

Köyün Çakır ailesiyle bir hısımlığımız varmış, onlara gidilir!

Köye giden Ali’ye yeni macera olsun…

Bu kez Aşağıdemirci’nin kuyularına bakılır, ahırları yoklanır, avlularında zaman geçirilir, onu bunu karıştırıp sonra süklüm püklüm anne dizi dibine oturulur. Çalapala’nın Tatil Okuma kitabı çantada hazır bekliyordur, anne çıkarıp uzatıverir; senin aklın Jules Verne’nin Dünyanın Ucundaki Feneri’nde kalmış, ona ne!

Çakır ailesinin İstanbul’da yaşayan, tıpkı bizler gibi yaz tarifesinde köye gelmiş Bahriye ve Zehra hala adındaki Çerkes hanımlarıyla annelerimiz çene çalar, sohbete dalar, bizler esneye gerine zaman geçiririz. Sohbetlerin bizlere duyurulmak istenmeyen kısımları Çerkesce devam eder, sonra tekrar Türkçeye dönülür.

Kendi evimizdeki rahatı duyarak biz çocuklar yerlere yayılmışız, köyün ve bu hânenin birkaç ufaklığı bize uzaktan çekingen bakıyor, bense bu iki lisanın dinlemek hazzını yaşıyorum.

İkramlar, ikramlar, ısrarla bu akşam yatıya kalın ricaları, ¨Biraz daha limonata alır mısın evladım? Hay Allah buz olacaktı ki serin serin, çocuk ondan sevmedi Ferhan abla…¨ diye özür üzerine özür sıralanıyor…

Köyde henüz elektrik yoktur, limonata, şerbet, hatta içki sever beylerin rakısı kuyulara sallandırılmış şişelerde soğutulur; kavun karpuz da öyle…

Akşam olur, Çerkes Mehmet Efendi’nin beyleri İstanbul’da yaz bekârı kalmış kızlarına verdiği müsaadenin sonuna gelinmiş, vakit dolmuştur. ¨Ay vallahi bu kadarcıkla doyamadık, birbirimize… Az daha kalsaydınız ya!¨ diye uğurlanan Osmaniyeliler, evsahiplerine ¨E, sıra sizde! Sizi bekleriz…¨ cevapları yetiştirir. Acele etmekte yarar vardır, zira Çerkes Mehmet Efendi’nin fırtınası ne zaman patlar bilinmez, evli mevli demeden kızlarını bir haşlar ki sonra, biz bile arada nasibimizi alırız.

Osmaniye, elli metre kadar yanı başındaki Pomak köyü Katırtepe’nin büyümesiyle köşeye sıkışmış gibi giderek daralmaktadır, daha o günlerde bunu tepedeki evden görürüz.

Böyle böyle Osmaniye, ¨Hazır şoseye yakın duruyoruz, otobüsler de maşallahı var, saat başı geçiyor, haydi gidelim buradan!¨ diyen genç nüfusunu şehirlerde bırakacak ve birden yalnızlaşacaktır. Köy uzun zaman birkaç yaşlımıza terk edilmiş, sessiz sedasız, asfalt başında durak bekçisi gibi kalacak, şehirlere kasabalara açılan şoseye yakın olmadığı, aksine dağ eteğinde sessiz sedasız yaşadığından olsa gerek Aşağıdemirci’nin varlığı ise sürecektir.

Köylerden giden gider, kalan kalır, eski insanlarımızı kabristanlarda huzur içinde toprağa bırakır, yeni bebelere hoş geldiniz deriz; hayat böyledir vesselam…

Gel gelelim, bu iki köyün hikâyesi bende öylesine renk çümbüşü bırakmıştır ki bu yelpazenin içinde Mahzen Kapağı renginden tutunuz Şimşir’e kadar yeryüzünün onbin rengi fink atar.

İşte o yüzden tutup oraların hikâyesini romanlara sokuşturuvermiş, insanların ruh derinliğine Osmaniye’den, galiba birileri ona Mahmudiye demiştir, hatta Biga’nın sokaklarından bakıvermişimdir.

Bütün bunların arasında İki Köyün Hikâyesi büyük bir önem kesbeder.

Onlarsız neyi yazarsam yazayım, elimdeki kalem Lapsus Calami hatasına düşer, dilimdeki kelam Lapsus Linguae sebebiyle yüzümü gelincik çiçeği açmış gibi utandırır.

Ama hem kalem sürçmesi ve hem kelam sürçmesi yaşamadan yazar olunmaz…

Yazar, unutmayınız, seveni kadar düşmanı da bol insandır.

Bu gerçeği, kelleyi koltukta taşıyıp baştan kabul etmeyen ne edebiyatın cenk meydanına çıkar, ne de Köye Giden Ali gibi dereye hoppada zuppada zıplar…

Lakin bendeki iki köyün hikâyesi olmadan ne kalemi ele alırım, ne de kelam ederim; varsın arada bir sürçsün…

__________________

* Yazar, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi başlıklı romana âtfen bu başlığı kullanmaktadır; kelam ve kalem sürçmesi kabul edilmesin…

AÇIK GAZETE: Yazarımızın bu yazısı Aşağıdemirci Köyü web sitesinden alındı

1592990cookie-checkİki Köyün Hikâyesi*

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.