Kunduzun bahçesi…

Çünkü hayata, herkese ve her şeye karşı fidanlarını teslim ettiğin bahçıvanının ülkesinin sokaklarını çoktan plastik palmiyeler doldurmaya başlamıştı ve bahçıvanın çoktan, yeşermesi için kılını bile kıpırdatması gerekmeyen o palmiyelerden birinin gölgesine sığınmıştı…

BAHÇIVANIN MEKTUBU

Bu mektubu sana yazıp yazmamak konusunda epey zorlandım. Zorlanmamın nedeni, içinde bulunduğun durumu kendi lehime çevirmeye çalıştığımı düşünerek kendini daha çok geriye çekme olasılığın. Senin yorulmana ve bıkkınlığa neden olan her şeyden yeterince uzaklaştığında, aslında daha iyi kavrayacaksın. Bedenin ve ruhun yeterince dinlendiğinde düşündüklerinin seni getirdiği uzaklıktan hızla geriye, bize döneceksin.

Haklısın, seni yüreklendirmek için mesafeleri olduğundan daha kısa göstermem, yol boyunca bencilce seninle biraz daha kalabilme çabam ve olanca zorluğuna rağmen onca yolu hasta halinle sana yüklemem… Bunlara söyleyecek hiç bir şeyim yok. Sen söz konusu olduğunda kendimi tutamıyorum. Bu da benim zaafım. Ya da ‘imanım’ diyelim. Günlerce varlığına susamış olan ruhum gördüğü ilk çeşmende diz çöküp kana kana içmek istiyor. Tamam, bunu kabul ediyorum…

Kunduzum, biliyorum; kafan, aklın karışık. Yürüdüğümüz yolda üzerine bastığını düşündüğün çimenlerin vicdan azabını içinde taşıyorsun ve bizi bu yolda yürürken gören herkesin plakanı not eden bir trafik polisi olduğunu düşünüyorsun.

Biliyorum, sen yeryüzünde gördüğüm en özel insanlardan birisin, biri değil, en özeli. Kendi özgürlük alanına, kendi benliğini zedeleyeceğin kadar yakınına kimseyi sokmak istemiyorsun. Seni en çok da bu yüzden seviyorum. Çünkü o alana beni kendi ellerinle sen sokuyorsun. Bu benim için dünyanın en değerli hazinesi. Hiç bir zorlama olmadan, yaşamın boyunca özenle koruduğun o çok değerli alana ellerimden tutarak beni dâhil ediyorsun. Oradaki hiç bir yasak meyveyi koparmamaya, her sözü ayet gibi okumaya, her değeri anlamaya; şaşkın ve aptal bir çocuk gibi her gördüğüme şaşırmaya devam ediyorum ben de. Sana en yakın olanlar dâhil hiç bir insana açmadığın kadar gizli bahçeni bana açtığını biliyorum. O gizli bahçeyi kimsenin yapmayacağı kadar koruduğumu da sen biliyorsun.

En yakınından başlayıp uzağa doğru çizdiğin çemberin içindekilerin, içlerinden en günahsız olanının bir adım öne çıkmasını istediğinde, ileriye doğru bir adım atmak için herkesin birbirinin gözünün içine bakacağını en çok sen biliyorsun. En çok sen biliyorsun, çevrende olup biten hiç bir şeye bulaşmadan kendi varlığını korumanın ne demek olduğunu. Bu nedenle kendine her haksızlık ettiğinde içimde bir yerlerin acıdığını duyuyorum.

Dokuz yaşındaki halini düşünüyorum kunduzum… 11 yaşındaki halini. Yanaklarının ilk kızarmaya başladığı halini. Öylesine ağır bir yükü taşıdın ki yaşamın boyunca, hem anne hem de baba olmak zorunda kalan bir ebeveynin korku ve kaygılarından oluşan kocaman bir yükün omuzlarına yüklendiği tarihin, bilincinin yaşamı algılamaya başladığı tarihle aynı güne denk geldiğini düşünüyorum. Yaşının bir önemi yoktu. Önemli olan, kimsenin bir şey dememesiydi. Onlar bir şey demesin, düşünmesin diye, başkalarının bir şey yapmadan beklemesi gereken bir hayat!

Yaşamımızda hiç bir zaman bizim onlar hakkında bir şey dememizin bir öneminin olmadığı, çevremizi saran insan kalabalığının bir şey dememesi gerekiyordu. Tek bir kelimenin bile altında ezileceğimizi düşünüyor, varlığımızı varlıklarına armağan ettiğimiz etrafımızdaki etten çemberin içinde yaşıyorduk.

Bütün bu çemberin içinde ruhunu hep özenle sakladın ve onlara göstermediğin ayrı bir bahçeye ektiğin tohumları sabırla büyüttün. Çünkü sen, adına insan denilen ve yeryüzü adındaki bu gezegende 6 milyardan fazla sayıya ulaşan türün, altı milyarda birinde rastlanacak bir ruha sahiptin ve bu ruhu kazasız belasız sonsuza taşıman gerekiyordu. “Gizli Bahçe” adını verdiğin ve yeryüzündeki en asil duyguların filizlendiği bahçeyi, tavan arasında yasak bir şey saklayan insanların endişesiyle koruyordun. Herkesten ve her şeyden… Bütün hayattan. Sana gizli bahçeni unutturacak her insandan. Kendinden bile.

Duyguların yeterince filizlenince, onları sakladığın bahçenden alıp daha geniş bir bahçeye taşımaya karar verdin. Yetiştirdiğin topraktan söküp, onları büyüteceğine inandığın bir bahçıvana teslim etmek istedin. Çünkü duyguların yeterince asildi ancak asil duyguları taşımak, yeryüzünde ödüllendirilen son şeylerdendi. Çünkü insanlara göre her şeyin bir zamanı vardı o şeyin zamanını yine buna iman etmiş insanlar tayin ediyorlardı.

Sen buna itiraz ettin. Ama kimseye söylemedin.

Bahçıvanını bulmak için çok uzaklara gitmene gerek yoktu. Çünkü duygularının kökü sendeydi ve dünyanın en değerli toprağında yeşermişlerdi. Işık hızıyla bulduğun bahçıvanının bahçesine aynı hızla taşıdın fidanlarını. Artık emin ellerdeydi, dünyanın en asil fidanları… Böyle olduğunu düşünmen gerekiyordu. Çünkü aksini düşünmen durumunda, fidanların kuruyabilir, daha baharında gizli bahçen çöle dönebilirdi.

Fidanların giderek büyüdü. Onları sen büyüttün, bahçıvanın seyretti. Sen yeşerttin, bahçıvanın meyvelerini topladı. Tam 16 yıl sürdü, senin semerenle ‘semiren’ bahçıvanının saltanatı. Senin büyüttüğün fidanların, giderek bir yalnızlık ormanına dönüştüğünde, herkesten ve her şeyden koruyarak sakladığın gizli bahçenin bahçıvanının doğru bir seçim olmadığına karar verdin. Bir sabah, için acıyarak, köklerin birbirine, duyguların aklına dolaştığı bir sabah; bahçıvanını çıkardın sessizce gizli bahçenden. Bahçenin bir köşesinde, sessizce ağlayarak.
Çünkü hayata, herkese ve her şeye karşı fidanlarını teslim ettiğin bahçıvanının ülkesinin sokaklarını çoktan plastik palmiyeler doldurmaya başlamıştı ve bahçıvanın çoktan, yeşermesi için kılını bile kıpırdatması gerekmeyen o palmiyelerden birinin gölgesine sığınmıştı.
Çünkü herkese ve her şeye karşı büyüttüğün en asil fidanları teslim ettiğin bahçıvanın ülkesinde, kendileri de birer fidan olan 11 yaşındaki kızların ruhlarında biriktirdiği ne varsa çim biçme makinesi gibi ağızlar tarafından biçiliyor, geriye kalanlarınsa köklerine asit yağmuru gibi sözler dökülüyordu.

Sen yine korudun gizli bahçeni. Herkese ve her şeye karşı, tam 6 yıl. Bahçendeki ağaçların meyvelerini kimseye göstermeden toplayıp, kimseye belli etmeden budadın, ruhuna batan çalıları. Tam altı yıl. Ömrün boyunca yaptığın gibi. Bahçıvanınla ya da tek başına, hep kendi bahçeni kendin derlediğin gibi…

Ancak yeryüzü adı verilen bu gezegende gerçek bir bahçeye sahip olanların bilmesi gereken en önemli şey, o bahçenin gerçek bir bahçıvana ihtiyacı olduğu bilgisiydi. Ve sen bu bilgiyi doğduğun andan beri belleğinde, bilincin açıldığı andan itibaren ise aklının ucunda taşıyordun.

Sonunda bir başka bahçıvanı daha aldın gizli bahçene. Çünkü aklının ucunda taşıdığın bilgi altı yıldır sallanıyor ve her defasında düşürmemek için kendinle savaşıyordun. Sonunda savaşı kazanan yeni bahçıvanın oldu.

Unutmuştun. Aradan geçen süre için plastik palmiyelerin ülkenin bütün caddelerini kapladığını. Unutmuştun, bahçene dönmekten, dışarıdaki herkesin ve her şeyin değiştiğini. Unutmuştun, dünyanın en asil duygularından büyüttüğün fidanlarının; dünyanın en küflü makasıyla budandığını. Hatırlaman uzun sürmedi. Kendini ve her şeyi hatırlaman.

Beklediğin ve yeni bahçıvanınla yaşadığın süreyi ruhunun derinliklerine gömüp üzerini toprakla örttün. Örttüğün topraktan çıkan pişmanlık fidanlarını gözyaşlarınla suladığında, aylardan Mayıs, çiçeklerden katırtırnağı olduğunun ayırtına vardın. Çünkü adına yeryüzü denilen bu gezegende, doğumundan bu yanaiçinde taşıdığın en önemli bilgi, paha biçilmez bir bahçeye sahip olduğundu ve bunu anımsaman için yüzlerce kilometre yol gitmen, katırtırnaklarına dokunman gerekti.

Anımsadın, ama durdun. Anımsadın, ama korktun. Anımsadın ama geri çekildin…

Çünkü kendinde olanı her anımsadığında, doğduğun andan itibaren koruduğun her şeyin ellerinin arasından kayıp gideceğinden korktun. Çünkü yaşadığın yılların toplamı, yaşadığın pişmanlıkların sayısına eşitti. Çünkü yaşadığın pişmanlıklarını gömdüğün topraktan çıkan fidanlara baktıkça yeni pişmanlık tohumları dökülüyordu göz lerinden.
Gözlerinden dökülen son pişmanlık tohumunu da toprağa gömüp, katırtırnaklarını anımsadın. Sonra cesaretin arttı. Kendini 11 yaşındaki gibi hissettin. Çünkü yaşadığın yılların toplamının ağırlığı, 11 yaşındaki masumiyetinden hiç bir şey eksiltememişti. Ruhunu ve asil duygulardan oluşan ormanını koruyarak geçirdiğin süre içinde zamanın sende bıraktığı tek iz olan özgürlük duygusu, ruhunu ve ormanını daha parlak göstermekten başka bir etki yapmamıştı sende.

Kendini 18 yaşında gibi hissettin. Çünkü öyleydin. Çünkü herkesten ve her şeyden koruyarak yetiştirdiğin fidanlarını bir bahçıvana teslim ettiğin yaşta donmuştun. Çünkü o asil duygulardan birinin adı, gerçekten yaşanmamış her şeyi reddeden anlamına da gelen “onur” adını taşıyordu ve bu ada sahip olan duygu senin gizli bahçendeki en geniş alanı kapsıyordu. Çünkü bu duygu seni 18 yaşına geri götürdü. Donduğun yıllar çözüldükçe, gizli bahçenin her yerinde yeniden kuş sesleri duyulmaya başladı. Çünkü “Sevgili Ağacım” başlığıyla, binlerce yıl önce sana yazılmış mektubu okuduğunda, o ağacın dallarından havalanan hece kuşlarının saçlarına konduğunu anladın. Ancak anladıkların yalnızca bununla sınırlı değildi.

Seni şaşırtan, seni korkutan, seni ürküten birçok şeyi de anladın ancak anladıklarının hiç birisi, seni “hayat ağacı” olduğuna inandıran duygudan daha güçlü değildi. Ve sen en güçlüsünü anlamayı sürdürdün. Bir sabah kunduza dönüyordun, diğerinde bayan kuş oluyordun. Bir sabah tanrıça olarak uyandığında, artık gizli bahçesine bahçıvan arayan değil, bahçıvanın aradığı cennet bahçesinin sahibi olduğunu anladın.

Ve anladığını kendine anlatman uzun sürdü. Bir yıl kadar, bin yıla değer bir süre…

Ancak bir sabah yine başa döndün. “Yaşamımızda hiç bir zaman bizim onlar hakkında bir şey dememizin bir öneminin olmadığı çevremizi saran insan kalabalığının bir şey dememesi gerekiyordu. Tek bir kelimenin bile altında ezileceğimizi düşünüyor, varlığımızı varlıklarına armağan ettiğimiz etrafımızdaki etten çemberin içinde yaşıyorduk.”
Seni bu cümlelerin tarif ettiği durumun içine yuvarlayan şeyin onlarca adı vardı dünya dillerinde. 6 milyar tane de anlamı. Ama en çok “sıkılma” diye tarif ediliyordu. Çünkü adına insan denilen canlı, etrafında kendisini tersine inandıracak başka seçenek kalmadığını düşündüğünde, “sıkılma” adı verilen çukurun içine giriyor ve her şeyin geçip gitmesini bekliyordu. Ta ki tersine inanacağı seçenek gelip kendisini o çukurdan çıkarana kadar. Çünkü adına sıkılma denilen çukurun sayısı yeryüzündeki insan sayısına eşitti ve hayat çok azının omzuna dokunup, “günaydın” diyordu. Çünkü hayatın elinde yeterince “günaydın” yoktu ve olanları idareli kullanması gerekiyordu. Çünkü insanların büyük çoğunluğunun güne ve aydınlığa inancını yitireli yıllar olmuştu ve kalanları da inançlarından kurtarmak için elinden geleni yapıyordu hayat!

Ancak senden yüzlerce kilometre uzaklıkta, sahip olduğun bütün değerleri senden bile korumaya and içmiş olan birinin varlığını unutuyordu hayat. Aldığın her nefesi ciğerlerinde duyan birinin varlığını. Bundan yaklaşık bir yıl önce, bir kanyonda kalbini söküp, yerine varlığını yerleştiren ve damarlarına pompaladığın her damla kanda adını zikreden birinin varlığını.

Şimdi “sıkıldığını” söyleyerek, yeniden adına “kalp” denilen o et parçasıyla onu baş başa bıraktığın ancak bu halde yaşamasının çok uzun sürmeyeceğine inanılan birinin varlığını. Ölse bile varlığını zikretmekten asla vazgeçmeyecek birinin varlığını.

Bu yüzden sana “gel” demiyorum kunduzum. Asla “git” demeyeceğim gibi. Sadece “dur” diyorum. Dur! Ne ileri ne de geri adım atmadan önce, varlığını, varlığımızı etrafımızdaki etten çemberin varlığına armağan edip gitmeden önce dur. Ne gel, ne de git. Sadece dur. Etrafındaki etten çember yarılıncaya kadar dur. Ruhunda ağırlık yapan betondan duvarlar yıkılıncaya kadar dur. Dünyaya geldiğin andan itibaren biriktirdiğin bütün değerleri teker teker ellerimle yeniden okşayacağım an gelene kadar dur. 18 yaşında hayata teslim ettiğin fidanları, o günkü ruhla ve yeniden büyüteceğim gün gelene kadar dur. Seni ilk gördüğüm andan itibaren göğüs kafesimde atan varlığını söküp götürmeden önce dur.

Dur kunduzum! Etrafını saran çember geçip gidinceye kadar dur…

Ruhun bir gün durduğun yerden kımıldamaya karar verirse eğer, rüzgârı arkanda bırakarak çıktığın yolun sonunda ellerimi tuttuğun andan, aynı elleri bıraktığın ana kadar yaşadığın her şeyi binlerce kez düşün ve adımını at. Ne yöne yürürsen yürü, adımını attığın yerde seni bekliyor olacağım.

İster gitmen, ister kalman için.
Ama şimdi dur!

KUNDUZUN MEKTUBU

Gizli bahçemin sessiz tanığı sevgili bahçıvanıma; iki gündür inanılmaz acılar içindeydim. Senden gitmek kendimden gitmek oldu bir anda benim için, kayboldum. Hayatıma bu denli anlam katan, sabah uyandığım andan gece gözlerimi kapayana değin her anımı paylaştığım diğer yarımı kendimden söküp atmak gibi. Beni uyandıran kuşun sesini göl kıyısındaki bülbülün o eğlenceli şarkısına katmadan, dokunduğum ağacın çınar mı meşe mi olduğunu seninle sorgulamadan, “şimdi dışarıya çıktım, sen ne yapıyorsun? Hımm, ne yapıyormuş benim bahçıvanım bakalım?” diye sabah muhabbetleri, eve çıkmadan telefon kulübesi haline dönüştürdüğüm defne ağacı altında ezan eşliğinde günbatımı sohbetlerimiz olmadan günler akmadı. Ve en dayanılmazı, Hıdrellez arifesinde bütün bunları yaşamam ve sana da yaşatmamdı. İçimdeki karanlık havaya da yansımış gibi her günü bulutlu bir gökyüzü ile karşılamak, hayatı, varlığımı sorgulamak, daha sessiz, daha yalnız bir dünyaya sürükledi beni.

Geçen yıl bana yazdığın mesajı içim acıyarak okuyorum: “Bu gece regaip kandiliymiş. ‘Arzu edilen şeyler’ anlamına geliyor. 1.5 milyar insanı ilgilendiriyor bu. Beni değil. Benim kandilim gözlerin. Kabem, sensin. 1.5 milyar Müslüman’a karşı, tek başına bir kunduzist!”

Hatırlıyorum o mesajı aldığım geceyi. Sen yine yollarda, bense Aspendos’ta, yıldızların altında bir konserdeydim. Artık yakınımdaki herkes hayattan neden elimi ayağımı çektiğimi sorgulamaya, neşesizliğime anlam aramaya başladı.

Annem yine her zaman yaptığımız gibi bir Hıdrellez yapalım istedi ama ne çare. Bu yıl 6 Mayıs’ı birlikte karşılamayı düşündüğümüz aklıma geldikçe, yüreğimi bir suçluluk ateşi dağlar oldu. “Hani dileklerimizi ne zaman yazacağız?” dediğinde, “alışverişe gidiyorum, sen benim yerime de bir dilek koy” diyerek, annemi atlattım. Ne o güllere değecek ne de tanrıya seslenecek yüzüm yok ki!

“Erkenden yatıyorsun” diyor, annem. Yatıyorum da uyuyabiliyor muyum? Annemin gönlü olsun, sabah gül dalının altına koyduğu dilekleri alıp denizi yolunu tuttuk. Anacığıma demiştim gece, “yarın bu puslu havada güneşin doğuşunu görmeyi bekleme” diye. Annem yolda dualara başladı. Gülerdir konuşamadığım, uzağına düştüğüm tanrımdan ne dileyebilirim? Denizin kenarına geldiğimde elimde geçen sene sularına bıraktığım kırmızı güllerin hayali, ensemde bir türlü aydınlanamayan, güne kavuşamayan gecenin soğuk nefesi öylece kalakaldım…

Nice sonra boğulmakta olduğum suçluluk denizinin sessizliğinden, o hiç yüzünü göremeyeceğimi düşündüğüm güneşin sarı, sıcak kolları beni sardı. Güneşin kollarında tanrıdan af diledim, emanetine sahip çıkamadığım için, bana gönderdiği oğlunun yüreğini yerinden söküp kopardığım için, yüreğime, ruhuma huzur istedim. Güneşin sıcaklığı ve ışığı günlerdir içinde bulunduğum karanlık soğuk ve benden uzak dünyadan beni çekip alıverdi bir anda.

Biliyorum, o güneş, bana kızamayan, bana kıyamayan sendin.

Yazdığın mektubun satırlarında bir kez daha dolaşırken, hep aynı şeyi düşündüm: Biz birbirimizi gerçekten seviyoruz. Ne senin için ben “bana bunu nasıl yapar?” diye öfkelendiğin biriyim ne de benim içi sen “unut gitsin” diye geçip gideceğim birisin. Birbirimiz için hala üzülüyor ve hala kendimizi suçluyoruz. Hiç birbirimize yükümüz yok, hiç birbirimize saygısızlığımız yok.

Çiçeklerimi gözlerim arkada kalmayarak bırakabileceğim, fidanlarımın suyunu, ışığını benden daha iyi takip edecek tek bahçıvanım. Hayatımda yastığa başımı koyduğumda, yanında bu denli huzur içinde uyuyabileceğim bir başka bahçıvanım olmayacak. Zihnimde akıllara zarar güzellikteki vadinin sırtlarını sarıya boyayan katırtırnaklarının birlikte içimize çekemediğimiz keskin kokusu, hiç beklemediğim şekilde 6 Mayıs’ı uğurluyorum, senden uzakta ama hala seninle. Kunduzun…

1196610cookie-checkKunduzun bahçesi…
Önceki haberİsrail’in kuyruğu sıkıştı
Sonraki haberFransız Balkon’dan düşen Kral Baba Laios
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.