“Mutluluk tokgözlü insanların sanatıdır.”

-O kadar duyarlı bir insansınız ki, sizinle konuşurken yanlış bir şey söylemekten çekiniyorum. Öncelikle bir öğretmensiniz, akademisyensiniz, felsefe dünyasının bir neferisiniz, sanatçısınız. O kadar çoksunuz ki, dünyayı nasıl görüyorsunuz? Biz size nasıl görünüyoruz? Sizin gözünüzden dünyanın ve insanların nasıl göründüğünü merak ediyorum.

Sağolun. Çok teşekkür ederim. Sizin iyiliğiniz. Nereden geldiğini bilmediğimiz ve belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Dünya bizi doğallığıyla kendine çekiyor. Dünyayı saran evrenin ya da basitçe doğanın öyle büyük gizleri var ki ve biz o gizler karşısında o kadar yetersiziz ki her bilme girişimimiz biraz sonra bir duvara çarpıyor. Gene de dünyaya yerleşebilmek için ya da basitçe dünyada olabilmek için bilginin peşinde olmak zorundayız. Dünyamız bizim sevgili dünyamızdır, onu daha da bizim kılmak isteriz, insan sevdiğini tanımak ister, bunun için onun gizlerine daha çok girmek zorundayız. Yaşama sevincimiz bilgi kaynağından beslenir. Dünyaya her dokunuşumuz bize haz veriyor: hazzın kaynağı duyumsama olgusundadır. Bize yakın olan ya da bizim olan bir şeye dokunmanın hazzı. Bir de dokunulmanın verdiği haz. Dünyayla aramda köklü bir dokunuşma ilişkisi var. Düşünme alışkanlığı olanlar yani gelişigüzel yaşamayanlar doğanın bir parçası olduğumuzu da biliyorlar. Aklı başında herkes kendini evrende bir varlık olarak görür, topraktan geldiğini ve toprağa döneceğini bilir. Kanımızdaki demir çok uzak yıldızlardan gelmediyse nereden gelmiş olabilir? Tanrı’nın buraya bıraktığı ve yakında buradan toplayıp götüeceği bir varlık olmak başka bir şeydir, ona bizim pek aklımız ermiyor. Önemli olan doğallığımızın izini sürmemizdir. İnsanın yasaları doğa yasaları üzerine temellenmiştir çünkü. Dünya beni sarıyor, bilincimi koşulluyor, öte yandan ben dünyaya etkin bir biçimde yöneliyorum. Dünya beni dönüştürdükçe daha doğrusu bilincimi dönüştürdükçe ben de dünyayı dönüştürüyorum. Dünyada dünyayla dönüşüyorum.

-Bir felsefe insanıyla, bir filozofla konuşmak yorucu oluyor. Burada biraz soluklanalım mı? Hazzın kaynağı dünyaya dokunmaktır diyorsunuz. Dokunmak derken dünyayı algılamak demek istiyorsunuz değil mi? Bu kolay mı?

Dünyayı olabildiğince doğru anlamak ve ayrıca dünyayı dönüştürmek: bunun için dünyaya etkin bir güç olarak yani yetkin bir bilinçle yönelmek gerekiyor. Her şeyi bir çırpıda doğru kavrayamayabiliriz. Her çağ dünyayı belli bir açıdan kavrar. Kepler yıldızları meleklerin ittiğini söylüyordu. Yerden göğe haklıydı: öyle olmasa gezegenler nasıl devineceklerdi? Gelişigüzel bakanlar gördüklerini sanırlar ama hiçbir şey göremezler. Algılama gücünü de dönüştürme gücünü de bilinçlenmişliğimiz ölçüsünde elde ederiz. Edilgin bir biçimde bilgilenmek Yeniçağ’ın başlarına kadar yani XVII. yüzyıla kadar yetiyordu, o zamandan bu zamana bir şeyler değişti, bilinç artık yalnızca alıcı değil aynı zamanda dönüştürücüdür. Olan’ı görmekten daha çok bir şey bu. Olan’ın sınırları olası’ya doğru aşılmıştır. Alıcı zihin deşici ve yaratıcı olmaya başlıyor. Artık görmek yetmiyor, artık tasarlayabilmek de önemlidir. Dünyaya yerleştikçe mutlu duyuyoruz kendimizi. Ancak yaşamı doğru algılayanlar ya da Stoa filozoflarının deyişiyle doğaya uygun yaşayanlar mutlu olabiliyorlar. Doğaya uygun yaşam bugünün koşullarında doğaya etkin bir yönelişi de gerektiriyor. Bu da yetkin bir bilince ulaşmayı gerekli kılıyor. Öyleyse mutluluğun kaynağı bilgeliktedir diyebiliriz.

Mutsuzluklarımız doğrudan doğruya dünyayla iyi ilişkiler kuramamış olmamızdan, dünyaya bilinçsiz ya da yarım bilinçle yöneliyor olmamızdan kaynaklanıyor. Yaşamın anlamını kavrayamamış adam dünyayı sömürmeye girişiyor: anasını tüketen evlat gibi. Dünyayı kirletiyor ve kurutuyor. Dünyayı kötüye kullananlar sonunda kendilerini kötüye kullanmış oluyorlar. Bunlar doğayı oyuna getirebileceklerini sanan kimselerdir. Dünyayı ve onun bir parçası olan insanı tanımayanlar her şeyi bildikleri gibi değiştiremeyince mutsuz oluyorlar. Kurnazlık oyunu tehlikeli bir oyundur, doğaya bu oyunu yutturamıyoruz. İnsan olmaktan amaç öncelikle mutlu olmaktır ama insanlığın bir üyesi olarak mutlu olmaktır, doğada bir varlık olmanın bilinciyle mutlu olmaktır. Bu yüzden ahlakın temelinde hep mutlu olmak öngörüsü vardır. Ancak bu mutluluk yaşamı her an yeniden yaratmak mutluluğudur, yiyip içip yatmak mutluluğu değildir. Eksik bilinçle yaşayanlar mutluluğu bir şeyler elde ederek kolay ve güzel yaşamak diye alırlar. Sonunda her şey beslenmeye ve çoğalmaya indirgenir. Açgözlüleri doyurmak zordur. Mutluluk tokgözlü insanların sanatıdır. Sinirliliklerimizin temelinde doyumsuzluklarımız ya da açgözlülüklerimiz vardır. Biraz daha biraz daha istiyoruz ve böylece biraz daha yok ediyoruz kendimizi, bu arada çocuklarımızı da. Hasta bilinçler taze bilinçleri de erkenden hasta ediyor.

-Eksik bilinçle yaşamak ne güzel bir ifade. Dünyayı bilinçli yaşamanın yolu dünyaya dar açıdan değil geniş açıdan bakmak mıdır? Bilinçli yaşamanın yolu nedir?

Dünyayı geniş pencerelerden ya da geniş açılardan görebilmeliyiz. Dar açılardan görülen dünya doğru dürüst görülmemiş bir dünyadır. Hem felsefenin hem sanatın hem bilimin pencerelerinden bakabilmeliyiz. Ne kadar geniş bakarsak o kadar iyi görürüz. Çeşitli bilgi alanları arasında geçiş olanaklarının son derece dar olduğuna inananlar çoğunluktadır: felsefenin sorumluluğu filozofa şairin sorumluluğu şaire derler. Kimyacı elementlerin dünyasına sıkışmıştır. Çok kişi mesleğinin dar alanlarına sıkışmış olarak yaşıyor, daha başka alanlara açılmak, daha başka ufuklara kanat çırpmak insanlara zor geliyor. O zaman bilim de felsefe de sanat da kısırlaşıyor ve teknisyenlik düzeyine indirgeniyor. Kişiyi böyle dar alanlara sıkıştıran şey bilinç eksikliğidir. Oysa birbirine yakın alanların yasaları yani konuları ve yöntemleri iyi bilindiğinde düşünce etkinliği büyük boyutlara ulaşacaktır ve yaratıcı olma niteliğini kazanacaktır. Birbirine yakın alanların birinden öbürüne geçmek hiç zor değildir. Toplumbilimle ilgileniyorsak ruhbilimle de ilgileneceğiz, daha başka alanlarla da ilgileneceğiz. Felsefe sanatı çelmez mi ya da sanat bilimle tersleşmez mi sorusuyla sık sık karşılaşırız. Bu alanların konularının ve yöntemlerinin ayrı olduğunu bilirsek onları birbirine karıştırmadan bir bütünde ele alabiliriz. Yeter ki felsefeyi bilimle ya da şiiri matematikle romanı iktisatla karıştırmayalım.

-Peki siz kendinizi nasıl görüyorsunuz?

Kendimi görebiliyor muyum? Görebiliyorum elbette. İnsan kendini iyi tanıyamaz derler. Bilinçli bir insan için bu tümüyle yanlıştır. Ben yalnızlığı alışkanlık edinmiş biriyim, yalnızlığı sevinçle yaşarım. Kendinden hoşnutsa insan yalnızlığı bir yoksunluk gibi algılamaz. İnsanlar genelde kendilerinden sıkılırlar, en azından birlikte çekirdek çitleyecekleri birileri olsun isterler. Kendine katlanamayan kişi bana korkunç görünür. Bununla birlikte insan kaçkını değilim. Yalnızlığı seçmemde ikiyüzlülüklerden rahatsız olmamın da payı vardır. Herkesin birbirine külah giydirdiği zamanlarda yaşadık, o durumda yalnızlık ilaç gibi geldi. Koca koca adamların yalan söylemekten utanmadığı kirli ortamları düşünün. İnsanların çoğu içtenlikli olmayı küçüklük sayıyorlar ve bir takım maskelerin arkasına gizleniyorlar. Küçük insan istemediğimiz kadar bolken gerçek insana kırk yılda bir raslıyoruz. O yüzden ben yalnızlığımı hep sevdim ve o konuda kendimi hep haklı gördüm.
Çok açık yani içi dışı bir olduğum için çok zaman yanlış anlaşılırım, birilerinden gizlediğim kendime sakladığım bir şeyler var sanırlar. Aykırı bir insan olduğum, eleştirmekten ve eleştirilmekten hoşlandığım doğrudur. İnsanlar aykırılıkları sevmezler, uygun adım yürümekte yarar görürler. Ben kendimin egemeniyim. Toplumun kendine göre bir takım kuralları vardır ama o kurallar beni hemen hiç ilgilendirmez: ben kurallarımı bilincimden türetirim. Sevmeye eğilimli bir yüreğim vardır ama uydurma sevgilerle işim yoktur. Bu yüzden birinden ya da bir şeyden vazgeçmek benim için zor değildir. Gerektiğinde arkamı dönüp gitmek bana hiç acı vermez. Gene de sevdiğimi kolay kolay gözden çıkaramam.

-Kaç Afsar Timuçin portresi çizebiliriz? Sanatçı Afsar Timucin nasıldır? Şair Afsar Timuçin nasıldır? Filozof Afsar Timuçin nasıldır? Baba olarak, eş olarak, sevgili olarak nasılsınız?

Aslında hepsi aynı adam… Hepsi gücünü yaşama sevincinden alıyor. Yaşamı seviyorum ama ölümü de seviyorum. Ölüm olmasaydı yaşamın bir anlamı olmazdı, ölümsüz bir yaşam sonsuz hamallık gibi bir şey olurdu. Önemli olan öldükten sonra da ölmemek: insanlığın toplumun yakınların belleğinde küçücük de olsa bir yer tutabilmek. Bir yığın acı çektim, gene de dünyanın en mutlu insanlarından biriyim. Acı çekerken de mutsuz değildim. Acıyla mutlu olmak değil bu, acılıyken bile mutlu olabilmek. Ben ne çok acı çektim diye kendine acıyanlardan nefret ederim. O acıları yaşadım ve bitirdim, yeni acılar gelene kadar rahatım. Babam annem karım uzun hastalıklardan sonra kucağımda öldüler. Bunlar en yakınlarım. Oysa liste çok uzun… Her ölümün ardından sevinçli günlerin geldiğini, her ölümden sonra yaşama sevincimin çoğaldığını gördüm. Öleni ruhumda sevgiyle yaşatabildiğim için böyle oldu bu. Bir şeyleri abartmaya gerek yoktu, sonunda ben de ölecektim. O gitti ben kaldım diye utanmam mı gerekir?

İyi bir eş olabildiğimi sanmıyorum. Rahmetli eşim okuyan bir kadındı ama bir gün şöyle demekten kendini alamadı: “Benimle mi evlisin çalışmalarınla mı evlisin?” İyi bir koca olmam bu koşullarda olanaksızdı ama dünyaya gelmelerine neden olduğum çocuklarım için ilgisiz olamazdım. Gene de her şeyini çocuklarına vermiş bir aile babası görünümü çizemediğimi biliyorum. Belki de bizim gibi uçarı hevesleri olanlar hiç evlenmemeliler. Evlilik kurumu saçma bir kurumdur ve huzursuz çocuklar yetiştirmekten başka bir işe yaramaz. Ömrüm boyu seni seveceğim sözü ikiyüzlülüğün azgınlık boyutlarına ulaşması değil midir? Seveceğim diye güvence veriyorsunuz. Evlenmekle ne zor bir işin içine girdiğimi evlendiğimin ertesi günü anladım. Ama iki oğlumun varlığı benim için çok önemlidir. Onlar olmasaydı çok eksik kalırdım.

-Sizin bugün geldiğiniz noktada geçmişe baktığınızda kimin etkisi ağır basmış gözüküyor. Bugünden bakınca kimlerin emeği, kimlerin etkisi olmuş üzerinizde…

Doğduğumuz andan başlayarak sürekli etkiler alıyoruz, çok zaman neden ve nasıl etkilendiğimizi de bilemiyoruz. Babamın çok dürüst bir adam olması beni etkilemiş olmalıdır. O yalnız dürüst değildi, aynı zamanda inatçı ve kavgacıydı. Ben de öyleyim. Yumuşak başlılığımın altındaki bükülmezlik ilk bakışta görülmeyebilir. Bize bir şeyi zorla yaptırabilmek olası değildir. Çok uğraştılarsa da rüşvet yediremediler babama. Ben kitaplığı olan bir eve doğdum. Babam altıncı dereceden devlet memuruydu, vali ya da bakan değildi, sürekli okuyan bir adamdı. Annemin elinde bir gün bile ne bir kitap ne bir gazete görmüşümdür. Babamla ben durmadan okurduk, annemle ablam da hiç okumazlardı. Annem de ablam da zor kişiliklerdi, babamla ben kolay insanlardık. Anneannemin dingin ve özverili kişiliğini unutamam.

İstanbul Erkek Lisesi’ndeki birkaç öğretmenimden de etkilendiğimi söyleyebilirim. Şiirde en büyük etkiyi halk ve divan şiirimizden aldım. Fransız şiiri de beni etkilemiştir. Ama kimseyi öykünmedim kimsenin peşinden gitmedim. Kimsenin sanat anlayışına sıkı sıkı bağlanmadım. Şiirimde tek bir çalıntı dize yoktur. Ben daha çok kendimden etkilendim desem saçma mı olur? Sanatım da yaşamım gibi katışıksızdır. Şiirim de romanım da öyküm de yüzdeyüz benimdir ve buralıdır. Cumhuriyet dönemi şiirimizin bütün şairleri beni alttan alta etkilemiştir.

-Özellikle sizi şiire iten güç ne oldu? Şiir konusunda kimler sizi etkiledi?

İnsanın ne olduğunu her zaman merak ettim. İnsanı araştırmaya ya sanatla ya felsefeyle ya bilimle yönelebiliriz. Şiirim bir merakın ürünüdür. Kimse bana otur şiir yaz ama öyle yazma böyle yaz demedi, diyemezdi de. Okuyup yazdıklarımla benden başka kimse ilgilenmedi. Daha da iyi oldu. Birileri yaşamlarımıza burunlarını sokmasa daha verimli olacağız. Şiirimi genç yaşlarıma kadar hep gizledim, en yakınlarımdan bile gizledim, neredeyse kendimden bile gizledim. Şairliğim açığa çıkınca edebiyat çevreleri beni şair olarak hiç önemsemediler. Uzun yıllar sürdü bu. Hiç aldırmadım. Çünkü ben de onları önemsemiyordum. Çünkü en seçkin görünenleri bile yeteri kadar donanımlı değillerdi. Edebiyat dünyasında hatırlı gönüllü insanlar çoğunluktaydı, babayani görünmeye çalışsalar da. Birileri sen de şiir yazıyormuşsun diye beni hafife almaya çalıştığında elli yaşımı çoktan geçmiştim. Bir yazar arkadaş bana bir gün şöyle dedi: “Hepimiz birilerinin çocuğuyuz. Örneğin ben vali çocuğuyum, örneğin Can bakan çocuğu. Sen nereden çıktın?” Şiirde insanı buldum, insanın gizlerine girdim. Sonra öyküde ve romanda da insanla içli dışlı olmaya çalıştım. Yalnız okuyarak ya da görerek insana ulaşamayız, insanı düşünmek de gerekir. Daha da ötede yaşamı doğru yaşamak gerekir. Ben büyük sanatçı değilim ama büyük sanatçıların saçmaladıklarında bile büyük yaşam ustaları olduklarını biliyorum.

-Bu sözü söyleyen kişi kim bilmiyorum ama sanat seçkin kesimin elinde mi?

O sözü söyleyen kişi kendini tüketmenin ustasıdır. Sanat ortamlarında seçkin toplulukları kurmaya eğilimli kişiler vardır. Bunlar özellikle ödül dağıtımlarında belli ölçülerde etkili olurlar. Yetersiz sanatı pazarlamak için doğal olarak bir takım özel koşullar gerekecektir. Zayıflar dayanışması her alanda var olduğu gibi edebiyat alanında da vardır. Edebiyat alanında çoğunluk kendine sevdalıdır. Ama iyi sanatın elini kolunu kimse bağlayamıyor. Sanatın bütün dallarında zayıflar ya da çok yetkin olmayanlar dayanışması vardır ve bunu doğal karşılamak gerekir. Zayıflar dayanışmazlarsa hiç tutunamazlar. Bu anlamda topluluk oluşturanlar birbirlerini sevmeseler de birbirlerini tutarlar. Vali babalar çocuklarını ne filozof ne bilim adamı ne sanatçı yapabilirler. Çocuklar olacakları varsa olurlar. Sanat tek kişilik bir yetkinliği gerektirir, tiyatro gibi opera gibi sanatlarda bile herkes kendi gücü kadar etkindir. Bu anlamda bazı kötü örnekler gördük. Baba desteğinde kültür adamı olmaya çalışanlar yazık gülünç olup kalıyorlar.

-“Şiir aykırı insanin işidir. Sürü insanında şiir olmaz. Şiir zorunluluktur. Şair insanlıktan sorumludur” diyorsunuz. Şiir ve şair insanla ve insanlıkla var olduğuna göre, dijitalleşen dünyada, yani insanin önem kaybettiği, bilgisayarların önem kazandığı dünyada şiir ve şair nasıl bir anlam kazanacak?

İnsanın önemini yitirmiş olduğunu sanmam, yitireceğini de sanmam. Bu yüzden şiirin de önemini yitirmesi gibi bir durumla karşı karşıya olamayız. Yaşamda çöküş anları vardır yükseliş anları vardır. Şimdi yalnız bizde değil bütün dünyada kültür değerleri çöküntüyü yaşıyor. İnsanlar yer yer zaman zaman insan olduklarını unutmak isteseler de insanlık insanlığını hiçbir zaman yitirmeyecektir. Sermaye her şeyi dönüştürebileceğini sanırken aldanıyor. Bozuk bilinçten yardım uman bir öğreti kalıcı olamaz. Dünyayı bir salgın hastalık gibi tutan kültür zayıflığı bizim ülkemizi çok daha büyük boyutlarda vurdu ve vuruyor. İnsanlık demokrasi bilincini bir türlü yaşama geçiremedi, bencillik bir yaşam felsefesi oldu. Demokrasi ileri bilinçlerin sorunudur. On yıl önceki kafasıyla bugün yaşamını sürdüren insanın demokrasiyle ne alışverişi olabilir. Bu tür insanlar sürüde rahat ederler. Baskıcı yönetimler kültürü ezip dağıtırken kendine göre etliye sütlüye karışmayan bir “iyi yurttaş” tanımı yapıyor ve insanları bunu olmaya zorluyor.

Teknolojinin yarattığı ürünler insanı bir güzel oyalarken ya da boşluğa iterken bu kalp “iyi yurttaş” imgesinin somutlaşmasına katkıda bulunuyor. Telefonun aynı zamanda fotoğraf makinesi olması ve gerekli gereksiz bir yığın bilgiyi istediğiniz anda size sunması biraz garip değil mi? Teknolojinin sözde nimetlerini kullanan insan gerçekte kullanılan insandır ama bunun farkında değildir. İnsan bunların altından kalkar, önünde sonunda kalkacaktır, bu olanlar geçicidir. Öncelikle insanı sürü insanı olmaktan çıkarmak gerekir. Aynı şemsiyenin altında bilir bilmez toplananlar kendileri için de başkaları için de tehlike olştururlar. Onlar karar vermeye değil uymaya eğilimlidirler, onları bildiğiniz gibi kullanabilirsiniz. Bizim ülkemiz de pırıl pırıl düşünen dürüst insanların ülkesi olacak yakında. Ne kadar yakında derseniz acı acı gülümseyebilirim, siz de bundan haklı olarak çok yakında değil anlamı çıkarırsınız.

-Dünyamızda dijitaller ortamında birçok iş ya da meslek insan emeği olmadan yapılıyor. İnsan giderek bedenle üretmek yerine beyinle üretmeye geçecek diye düşünüyorum. Ne dersiniz? Bu durum sanatı, felsefeyi, bilimi nasıl etkiler?

İnsanın kendini aşan bir güç yaratabileceğini ya da yaratmak isteyeceğini düşünmüyorum. Bu bir canavar yaratmak olur ama zaten böyle bir şey olası değildir. İnsanın her şeyi büyük bir ussallıkla gerçekleştirdiğini de düşünmüyorum. Kitle iletişim araçları geliştikçe insanın yerinde sayması anlamlı değil mi? Teknolojinin insanı aşacak güçler oluşturabileceğine inanmak kolay değil. İnsan her zaman en uygun yolları seçiyor diye düşünmek yanlış olur. Öyle olsaydı tarih yüzyıllar boyu yalnızca ussallık çizgisini izlemiş olurdu. O durumda bugün çok daha mutlu bir dünyada yaşıyor olurduk. İnsanoğlu beyninin işlevlerini aşan bir düşünce düzeneği yaratamaz, bu bir düş olabilir ancak. İnsanın kendini aşan bir güç yaratması olacak şey değil. Her varlık en çok kendisi kadar yetkin olanı yaratabilir. İleride insanı aşan bir tür ortaya çıkarsa, insan sondan bir önceki tür durumuna düşerse işte o türün bireyleri insan bireylerinden daha yetkin bir düşünme gücüne ulaşabilirler. İnsanoğlu belki de yetersiz bilinç koşulları gereği teknolojiyi çok sevdi, onun yaptığı oyuncaklarla oynuyor ve bu oyunu sürdürürken yüksek değerlerden yani ahlak değerlerinden ve estetik değerlerden uzaklaşıyor. Karamazov kardeşler’i ancak bir insan yazabilirdi, çünkü dünyayı bütün derinliği ve bütün genişliğiyle ancak bir insan görebilirdi. İnsan kendi yerine çalıştırıp gün yirmi dört saat sırt üstü yatabileceği bir varlık tasarlayabilir. Bu düş ta eski uygarlıklardan beri vardır. Mısırlılar mezarlara benim yerime çalışacak kaydıyla toplu yontular yaparlardı. Bize düşen bu tür düşler kurmak yerine beynimizi biraz daha kullanmak için istekli olmaktır. Düşünmeye biraz daha vakit ayırmak gerekiyor.

-Siz topyekun bir sanatçısınız. Zaten sanat biri öbüründen ayrılamaz, yalıtılamaz bir bütündür. Şiir, roman, deneme, çeviri, araştırma, edebiyatın her alanında söz sahibisiniz. Bunları eserlerinizden biliyorduk ama resim yaptığınızı bilmiyordum Resme ilginiz ne boyutta?

Resim yaparak dinlenirdim, şimdi bile zaman zaman resim yaparak dinleniyorum. Sanatı sanat olarak yapmakla dinlenmek için yapmak aynı şey değildir. Ressam olduğuma hiçbir zaman inanmadım, zaten ressam olmaya da uğraşmadım. Dinlenmek için bir çalgı çalabilmeyi çok isterdim olmadı. Bir sanatı sanat amaçlı yaparsanız yorulursunuz. Bu öldürücü yorgunlukları ben edebiyat çalışmalarım sırasında sık sık duyarım. Resim ona düşünmeden tartışmadan yönelen bir şairi dinlendirebilir ama bir ressamı dinlendirmez yorar. Herkese öneririm: dinlenmek için herhangi bir sanatı girdisini çıktısını hiç düşünmeden yapmaya çalışın. Geçenlerde çok sevdiğim Renoir’ın resimlerine bir daha baktım. Korkunçtu, iki fırça vuruşuyla bir sevinci bir yüzde yaşatabiliyordu. Böyle bir heves için edebiyatı gözden çıkarmak gerekir.

-Müziğe olan tutkunuzun boyutunu da bilmiyorduk. “Beethoven olmasa yarim kaldırdım” demişsiniz. Çok iddialı bir söz… Demek ki sizi tamamlayan bir anlam var Beethoven’le aranızda…

Keşke müziği bilerek dinleyenlerden olsaydım. Evet ama besteciler yapıtlarını bizler için yaratmıyor mu? Sanatta anlamak öncelikle sevmektir. Benim dünyamda Beethoven’in yeri başkadır. Besteciler yapıtlarıyla bize güzel duygular verirler hatta bizi zaman zaman düşünüdürler. Bize izlenimler verirken bir dünya gerçeğini de doğrudan ya da dolaylı olarak önümüze sererler. Bir gün rahmetli Adnan Saygun hocamızla konuşuyordum. Müzik izlenimler sanatıdır diyordu. Ben müziğin yalnızca izlenimlerden kurumadığını, düşünceye de dayandığını söyledim ve Beethoven’i örnek verdim. Biraz öfkelendi ve şöyle dedi: “O ayrı, o eşsiz bir dehaydı.” Beethoven yalnızca bir müzikçi değil aynı zamanda bir filozoftur. Her yapıtı insanla ilgili derin bir araştırmadır. İnsan olmanın anlamını seslere dökebilmiş benzersiz bir düşünen adam örneğidir. Yaşamın anlamını da sanatın anlamını da çok iyi kavramıştı besbelli. En çok müzik çalışması gereken yaşlarında üniversitede ünlü bir profesörün edebiyat derslerine katılması anlamlıdır. O dersleri izlerken bir edebiyatçı adayı değildi, bunu kendisi açıkça söyler. Bana uzak düşen besteciler vardır. Brahms’ın bir yapıtını dinledikten sonra boşluğa düşmüş gibi olurum. Güzel sesler uçar gider. Stravinski de bana aynı duyguyu, olmasa da olur duygusunu verir. Şostakoviç için aynı şeyi söyleyemem. Saint-Saens da düşünen ve tartışan bir bestecidir. Bunlar benim algılarım, bir müzikbilmezin görüşleri. Müzikçi olsaydım bu müzik insanlarını birbirinden ayırmadan tam bir nesnellikte ele almam gerekirdi, tıpkı felsefede yaptığım gibi. Ama ben yalnızca sıradan bir dinleyiciyim.

-Sizin sıradan bir dinleyici olduğunuzu düşünemiyorum ve bu alandaki görüşlerinizi merak ediyorum.

Sıradan bir dileyici olduğum doğrudur. Daha doğrusu müzikle yalnız dinleyici olarak ilgilenebilecek düzeydeyim. Sabahtan akşama kadar radyoda müzik dinlerim ama yapıtlarla ilgili açıklamaları bile dinlemem. Müzik başlıbaşına bir dünya, onunla daha yakından ilgilenseydim şiirle romanla öyküyle uğraşmam olanaksız olurdu. Konservatuardaki öğretmenliğim sırasında bir gün rahmetli Cengiz Tanç hocamız benden müzik estetiği dersleri vermemi istedi. Kesinlikle olmaz dedim. Estetik tamam da müzik estetiğini nasıl yaparım!

-Sizin pekçok şiiriniz bestelendi. Nasıl buluyorsunuz bu besteleri?

Şiirlerimi çok sevdiğim ve aydın insan duyarlığına hayran olduğum iki arkadaşım besteledi: Murat Özyüksel ve Hasan Uçarsu. Her ikisi de müziğin değişik alanlarında söyleyecek sözü olan kimselerdir. Her ikisi de müziğin penceresinden bütün bir dünyaya aydınca bakmayı bilen yakın dostlarımdır. Her ikisinin yaptıklarını da sevinçle izliyorum. Onlar yaşama da sanata da filozofça bakan seçkin kimselerdir. Şiirlerimi çok ama çok güzelleştirdiler. İkisinin de ellerine sağlık.

-2015 PEN şiir ödülü size verildi. Bu tür ödüllere ihtiyacınız olmasa da size verilen bir değer bu. Sizi çok etkiler mi bu tarz ödüller? Bu ödüller şiire ne katıyor?

Ben kendi dünyasında yaşamayı seven biriyim. Dıştan öyle görünmese de çekingen bir yapım var. Kadınlar bana sarılmasalardı ya da öp beni demeselerdi ben cesaret edip de onlara yaklaşamazdım. Seni seviyorum derken eşekten düşmüş gibi olurum. Şaka diye söylemiyorum, bu konuda aptallık düzeyinde beceriksizim. Topluluk karşısında konuşabiliyorum, güle söyleye ders anlatabiliyorum, ama üçbeş kişilik bir toplulukta kendimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Törenler çok zor gelir bana, benimle ilgisi olmasa bile. Hele o ödün törenleri. Yıllar önce TDK eleştiri ödülünü alınca ödül törenine katılmamaya karar vermiştim. Rahmetli hocam Macit Gökberk bey gideceksin deyince gitmem diyemedim. Size garip görünecek, zaten de garip, zaman zaman cenazemde ne kadar çok sıkılacağımı düşünürüm. Hele bir de çınar falan demeye kalkarlarsa. Kapağı açıp çınar değil köknar diye bağırabilirim. Bu yüzden ödül almamak ödül almaktan daha kolay benim için.
Öte yandan adam yerine koyulmak iyidir. Hele benim gibi uzun süre adam yerine koyulmamış biri için. PEN Yönetim Kurulu’ndaki arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. Bu ödüller genç sanatçıları ve benim gibi çeşitli nedenlerle tanınmamış sanatçıları tanıtmaya yarıyor. Ancak ün denen şeyden nefret ettiğimi söylemeliyim. Kimseler bilmesin beni. İçlerinden geliyorsa yazdıklarımı okusunlar. Ama ödül almak bana hiçbir şey söylemiyor demek de istemiyorum. Belki de yan cebime koy gibi bir duygu.

720030cookie-check“Mutluluk tokgözlü insanların sanatıdır.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.