Otuzundan sonra kış halleri

Bir değişiklik. Ellerini bedeninde gezdirdi. ‘Yüzünü tellere dayasa, açsana kapıyı’ dese… Kafasını sarstı. ‘Düşünmemeli, uyumalı! Nasıl?’ (Yusuf Atılgan. Aylak Adam- Varlık Yayınları) 


Bak işte, yine kendini yollara atmak isteğin depreşti. Sabahtan beri tuhaf bir dalgınlığın içindesin. Kim bilir belki de işyerindesin şimdi. Ya da mutfakta, öylece her şeyi birbirine karıştırıp tuhaf  yemekler  hazırlıyorsundur. Mesela salataya armut doğruyorsundur şimdi sen.  Bir ihtimal de  dişçi randevusunda,  hep aynı sehpanın üstünde duran kadın dergilerini karıştırmaktasın, öylesine… Sahi, neler oluyor öyle? Ne zamandır o siyah kazağı üzerinden  çıkartmak istemiyor, otobüse yetişmek için acele etmiyor, sabahları gazeteleri derin bir merakla karıştırmıyor ve kahvaltı sonraları uzun uzun susuyorsun.


Kaç  zamandır böylesin sen. Aklına tuhaf kelimeler  düşüyor. Kaç zamandır şöyle fiyakalı cümleleri bulup çıkartmakta üstüne yok. ‘içindeki çocuk’ diyorlar mesela. ‘sürdürülebilir…’ ‘yenilenebilir…’  ‘içimizde  bir yer’  Ya o ‘kısaltmalı, gamzeli’  haller? Yüreğinin götürdüğü yollara düşmeler, kendini gerçekleştirmeler, Ferrarisini satan brokerlar…  Bir kasaba sıkıntısı gibi sorular soruyorsun. ‘İçindeki çocuk’  dedikleri  daha ne kadar dayanabilir bu soğuk, metalik cümlelere?   Hatır  soranı kalmamış bir ihtiyarın, bayram sabahları erkenden açılmış perdelerinin hüznünü taşıyorsun. Kederli Neşet Ertaş bozlakları dolanıyor diline.  Şöylemesine kocaman, üzeri Aydan Şener fotoğraflı  albümleri karıştırıyorsun mesela.
 O saçlar kabarık  havalı haline, kısa, dar  paçaların altından sırıtan beyaz ‘havlu’ çoraplara dalıyorsun. Vatkalı tiril  gömleklere ve Pazar akşamları ibadet eder gibi ütü yapan annenin mütebessim gözlerine  de tabii…  Sahi bir de aile fotoğrafı gibi  Erovizyon geceleri vardı. Mandalina ve  patlamış mısır kokulu. ‘Hey Dergisi’nden posta adresini alıp, yarım yamalak İngilizce   mektuplar  yazmıştın; Sandra Kim miydi,  yoksa Johny Logan mı? 


Ne tuhaf değil mi?  Dalınca bir kez buralara, ışığı söndürüp sessizce uzanmak istiyor insan.


 Olur olmaz kendi kendine gülümsüyor. Şu sokağın  köşesindeki;  baş örtüsünün üzerine şapka takıp, piyango bileti satan yaşlı kadını  daha çok düşünüyor, avuç içlerini daha çok seyrediyorsun ne zamandır. Farkında mısın bilmem?   Hani derler ya televizyon yarışmacısı  ağzıyla;  ‘özel bir şirkette’, bir kamu kuruluşunda, serbest bir işte ya da her neredeyse;  şu masadan kalkıp, şu dosyaları fırlatıp, şu önlüğü çıkartıp, şu toz  bezini, şu  klavyeyi, şu aksi müşteriyi öylece bırakıp dalgın dalgın yürümek istiyorsun. “Gitmeli, mümkün olduğu kadar uzağa gitmeli”  diyorsun. “Yolda izler  bırakmamalı” gibi fiyakalı cümleler kuruyorsun, avcılar peşine düşmesinler diye.  ‘İşte,  şurada ateş yakmış, fazla uzağa gitmiş olamaz!’ diyip kendi kendine gülümsüyorsun. Öylesin işte!


Bir garip sarmalın içindesin. O sarı ışıklı  Ankara akşamlarında, babanın rakı içtiği tahta masayı, işçi arkadaşlarına içten bir gülümsemeyle ‘ dostum’ diyişini, tütünden ve yorgunluktan sararmış elleri daha çok aklına düşüyor. Pazar sabahları annenin kallavi kahvaltılarını, kardeşinle saatlerce yastık savaşlarını, nefes nefese boğuşmalarını…  Geldiğin yerdesin işte. Peşine düşülmüş bir av  gibisin. Ne kadardır içten gülmediğini düşünüyorsun,  oysa ne kadar da komik oluyor her şey. Bir Erzurum sabahı mıydı? Yoksa Eskişehir mi; bir üniversite kentiydi işte. Yüzünde yol yorgunlarının mahmurluğuyla, günlerdir her cümlesini ezberlediğin o büyük söylevin telaşıyla dikilmiştin karşısına. Hani hep biriktirir insan, donuk gülümsemeler, uzun uzun susmalar biriktirir. Bir gün tarihinin akışını değiştirecek, bildiğin  bütün gerçekleri yüzüne haykıracak ve oracıkta kendinle, o güçlü sandığın yanınla baş başa kalacaktın. 


‘Anladın mı?’ diyebilmek için o yanını hep güçlü tutacaktın.  Kusursuz ‘B’ planları yapacaktın. Nelere katlanamayacağını tek tek sıralayacak, katlanacaklarını ütüleyip valizine dolduracaktın. Yolda olmalıydın artık. O sonsuz otobanın üzerinde kayıp giden milyonlara karışmak ama her  hücrenle onlardan ayrışmak çekecekti seni. Her yerde olacak, hiçbir yere ait olmayacaktın. Oyunun kuralı böyleydi. Havaalanları, garlar, yol üstü lokantaları, bez bebekler, kolonyalı mendiller,  Afyon sucukları, Orta Anadolu havaları, cefakar uzun yol kaptanları, tepeden tırnağa eşofmana bürünmüş hafta sonu kadınları,  Mevlana şekerleri ve kaç zamandır alışamadığın makine  çaylarından soluk  anılar biriktirecektin.  Yollarda uzun notlar tutacak, yağmurda saçak altı insanlarının fotoğrafını çekecektin. Galiba en çok ta ceviz  ağaçları…


İşte bende tam  onu diyordum. Yaşarken düşünmez insan. Zaman  buraya gelince ‘B’ planını unutuverir. O kusursuz provalar, o söylevlerin ezberlenmiş cümleleri hayatın bir yerinde siliniverir. Yaşınla yaşamın arasında kurduğun bağlar çözülür. Mesela Selanik türküleri daha çok efkarlandırır. İnsan zamanın burasına gelince daha bir ağlamaklı olur.  Akmaya korkan deli nehirler gibidir,  taşların derisi yırtılmasın diye.   Olsun. Yine de akmalı insan, yolda izler bırakmalı. Suskunluktan neşeli  harfler yontmalı. Bakarsın fileleri yırtılır  kelebek avcılarının.


Bakma sana bunları anlatıp durduğuma. Laf aramızda, kaç zamandır ben de böyleyim!   

685930cookie-checkOtuzundan sonra kış halleri

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.