SANATTAN… Modernleşmenin bedeli

MODERNLEŞMENİN BEDELİ

Geçtiğimiz günlerde ‘İnvasion of the Body Snatchers’ (Beden Hırsızlarının İşgali) filminin yeni bir versiyonunun Alman Oliver Hirschbiegel tarafından çekileceği ve Nicole Kidman’ın başrolü oynayacağı haberi, Londra’daki terörist saldırılar  ve yaz aylarındaki sanat olaylarının olağan sakinliği arasında, basında birbirinden çok farklı sayfalarda  geçti.

Gerçekte bu film 1956, 1978 ve 1993 yapımlarından sonra çekilecek olan  dördüncü versiyonu. Dört versiyonu çekilen başka bir film var mı bilmiyorum. Fakat bu filmin senaryosunu böylesine popüler yapan  hiç şüphesiz, toplumların değişimiyle birlikte ’Homo Sapiens’ olarak insanın da ilişkilerinde, tepki ve davranışlarında dönüşüme uğramasıdır. Bu bağlamda, ‘Body Snatchers’ın her versiyonu da yapıldığı dönemin özelliklerini içerir. 1956 yapımı, soğuk savaş yıllarının, “her yerde varolan komünistler-iç düşman”  paranoyası mükemmel bir şekilde anlatır.

1956 yılında Don Siegal’in Jack Finney’in bilim-kurgu romanından uyarladığı siyah-beyaz filmde, uzaylılar tarafından oluşturulan büyük bezelyelere benzer organik metabolizmalardan insan bedenlerinin kopyaları klonlanmaktadır. Böylelikle bu ‘replikalar’ (kopya) tek tek insanların yerini alır. Bunlar tüm özellikleriyle aslının aynıdır; tek fark, replikaların duygulara sahip olmamasıdır. Yani yerine geçtiği kişinin daha önceki belleğine, yeteneklerine sahiptir, onun yerine ertesi sabah işine gider, aile yaşamını sürdürür ancak, sevmek, üzülmek, kızmak, sevinmek, nefret etmek gibi  bir duyguya sahip değildir. Duygulardan arınmış “birey”lerden oluşmuş toplum da. herkes yapacağı işi bilir ve bir robot disipliniyle yapar. Böylece  sorunsuz bir toplum yaratılmaktadır.

Şehirde replikaların insanları teker teker değiştirmesi sürerken, bir grup insan durumu farkeder ve replikalara karşı bir savaş başlatırlar. Sonunda sadece bir çift kalır değişmeyen. Filmin sonu bir umut verir insanlığın geleceği için. Duygusuz replikalara katılmaktansa, sorunlar yumağına sarılmış ama, sevebilen, üzülebilen, kızabilen bir yaratık olarak kalmak tercih edilir. 1950’lerin Amerikan toplum psikolojisine de gerçekten bir taraftan umut, diğer taraftan da paranoya hakimdir. ‘Amerikan düşü’ ve paranoya, aile ilişkilerinden, dış politikalara kadar her alanda kendinin gösterir o yıllarda.(gerçekte pek değişen bir şey olmamış)

Philip Kaufman’ın, replikaların artık Washington’a vardığı 1978 versiyonun da ise, ‘son’, askıda bırakılır. Son kalan kişinin replikaların elinden kurtulup kurtulmadığı seyircinin yorumuna bırakılır. Seyirci uyarılmıştır ve seçim onlarındır artık. Vietnam savaşının sonuçlarının acı bedeli, Cumhuriyetçilerin Amerikayı batağa sapladığı hissedilir filmde. Kocasındaki değişimi farkeden Elizabeth (Brook Adams) bunu sağlık bakanlığında birlikte çalıştığı iş arkadaşı Matthew’a (Donald Sutherland) açtığında Matthew, “şizofreniden, cumhuriyetçilere kadar tüm sapkınlıkları hemen saptayabilen çok iyi uzman” olan  psikolog bir arkadaşını önerir ona.

Abel Ferrara’nın özel efektlerle, aksiyonu ön plana çıkardığı, diğer Hollywood ’action’ filmlerinden bir farkı olmayan 1993 versiyonunda ise son, kesindir; kimse kurtulamaz. Tek kutupluluğun ilk yıllarındaki sarhoşluğu, getirdiği sınırsız özgürlük ve  hoşgörüdür belkide bu ‘sonu’ getiren. Kimseninde umrunda değildir; “şer imparatorluğu” devrilmiştir artık.

Uzaylılara karşı insanlığı savunma ana konusu  arkasında, topluma ait sorunların, insana özgün duygulardan yani insanın doğasından kaynaklandığı alt anlamı da vardır. (Her ne kadar, ‘ruhsuz’ insanımsılardan oluşan toplum burada, sosyalizmin bir metaforu olsada) Seyirci olarak bir yandan insanlığın kurtulmasını istersiniz ama diğer yandan da, reprikaların yaratmağa çalıştığı sorunsuz toplumu da merak edersiniz. Eğer tüm sorunlarımızdan kurtulacaksak, duygulardan vazgeçemez miyiz; bu bedel çok mudur? Ya da sorunların kaynağı başka şeyler midir, bu bağlamda, çözümler de mi farklıdır?

Replikalar değişime uğramayanları, bu ‘dönüşüm’ün verdiği rahatlığı anlatarak ikna etmeğe çalışırlar. Kaufman’ın 1978 versiyonunda bir replika direnen birinden, ‘eski kavramların tuzağına düşmemesini’ ister. Dönüşüme uğrayanlar ise, bu süreci, ‘acısız ve sakin’ olarak açıklar, karşı koymanın anlamsızlığını vurgularlar. Evet, başta ikna temelindedir, direnme olursa ancak zorla dönüşüm olur. Dönüşümler uykuda gerçekleştiği için, replikaların gerçekte tek yaptığı insanların uyumasını beklemek ya da onlara uyku ilacı vermektir. Yine aynı filmde, insanlığı için direnen ‘Mathew’ kendisine iğne yapmağa çalışan psikolog arkadaşı,  (Leonard Nimoy) ‘senden nefret ediyorum’ der. ‘Biraz sonra nefrete ve sevgiye ihtiyacın kalmayacak’ diye yanıt verir Doktor. Uyumadan çok uzun bir süre kalınamayacağı için değişim kaçınılmazdır.

Filmin diğer bir noktası da, değişmeden kalmanın yolunun yani direnme noktasının ‘onlar’ gibi davranmak – geçici de olsa mümkün- olduğudur. İlişkilerinize duygularınızı katmadığınız sürece replikaların arasında farkedilmeden yaşayabilirsiniz. Siegal’ın filminde, replikalarla dolu şehirden kaçmak için, sokaklarda mekanik hareketlerle yürüyen replikaların arasına karışan çift, yolda gördükleri bir trafik kazasına gösterdikleri tepki nedeniyle yakalanırlar.  ‘1978’de Matthew ve arkadaşı da bir süre böyle kaçmayı başarır. Toplumun genel çıkarı için fedakarlık yapmayı göze alsanız bile, hareketlerinize duygu katmamak, ne olursa olsun soğukkanlılıkla ‘gerekeni’ yapmak hiç de kolay değildir.

***

7 Temmuz sabahı Londra’da patlayan bombalar sonrası insanların davranışlarını, güvenlik ve kurtarma ekiplerinin hareketlerini izlediğiniz zaman, onları ancak tek bir kelimeyle tanımlayabilirsiniz ‘profesyonel’. Herkes neyi, nasıl ve ne zaman yapması gerektiğini biliyordu. İtfaiye ve polis gibi bu işler için eğitilmiş kişilerden  başka türlü davranmasını zaten bekleyemezsiniz. Kaldı ki, bir kaç ay öncesinde metroya yapılabilecek bir bombalı saldırının tatbikatı da yapılmıştı. Yine de, gerçekten  parçalanmış cesetlerin arasından sağ kalanlara yardım etmek o kadar kolay olmasa gerek.

7 Temmuz sabahı, ekiplerin hazırlanışı ile bir iki ay önce yapılan tatbikattaki hazırlanış filmlerini seyrettiğiniz zaman hangisinin gerçek olaya gitmek üzere olan ekibe ait olduğunun ayırdına varamazsınız. İlk önce, tüm siviller bölgeden kademeli olarak mümkün olduğu kadar uzaklaştırılmış, çevredeki ev ve bürolardaki insanlar boşaltılmış, ancak ondan sonra olaya müdehale edilmişti. Hatta başta, çökme tehlikesi olan tünellerden birine, mühendislerin ‘güvenlidir’ teyidini almadan kurtarma ekipleri bile sokulmamıştı. Yani, yaralıların bağırışlarına bir insanın ilk sezgisiyle hemen müdehale yapılmadan önce, tüm çevrenin bir zarar tespit analizi yapılmıştı.

İstanbul’da İngiliz konsolosluğu önünde patlayan bombadan sonraki görüntülere baktığımızda ise durum tam tersidir. İlk görüntülerde resmi görevli bile henüz ekranda yoktur. TV ekipleri daha hızlıdır. Sırtlarında yaralılarla ambulans arayan halktan kişiler, elleriyle enkazın altında kalanları kurtarmağa çalışanlar, geldikten sonra bile tam olarak nereden başlayacağını bilemeyen kurtarma ekipleri; kısaca panik sözcüğü  tanımlayabilir oradaki görüntüyü.

Bir felaket anında yukarıdaki iki örnekten hangisini seçersiniz sorusuna yanıt bellidir. Yaralı bir halde beklerken, diyelim ki boyun ya da belkemiğinde bir yaralanma olasılığı varken, en son istediğiniz şey, birisinin gelip sizi sırtlayıp götürmesidir.

Acil bir olay karşısında davranışlar konusundaki bu iki örnek arasındaki  fark, iki ayrı ülkedeki acil kurtarma ekiplerinin olanaklarıyla da ilgilidir elbette. Ancak gerçek ayırım, farklı kültürlerden gelen halkların, felaketler karşısındaki farklı tepkilerinden ortaya çıkmaktadır.

FELAKETLERE KARŞI  TEPKİLERİN KÜLTÜREL TEMELLERİ

Neden belli zaman ve toplumlarda bazı can kayıpları gündemin başına otururken, diğer yüzlerce kişinin ölümü haber bile olmaz?

Toplum olarak bir felaket karşısındaki davranışlarımız kısmen, sözkonusu felaketin niteliği ve bu felaketin sorumlusunun kim ya da ne olduğuna bağlıdır. Felaketlere verilen tepkilerin, ülkeden ülkeye ve zamana göre değişmesi de, farklı sosyo-kültürel yapıdan gelen toplumların yapısıyla ilgilidir. Örneğin, iki yıl önce yine Londra yakınlarında Poters Bar’daki tren kazasına (40’a yakın kişi ölmüştü) verilen tepkiyle 7 Temmuz’daki bombalanma olayına verilen tepki çok farklıdır.

Diyer bir deyişle felaketler, can kaybına uğrayan insan sayısı ya da nesnel belirtilere göre değil, olayın, belli bir toplum içinde neyi temsil ettiğine ve referanslarına bağlıdır.

2003 Yılında atmosfere girerken infilak eden Amerikaya ait uzay mekiği Columbia’da ölen 7 astronot için İngiltere’de ulusal yas ilan edilmiş, bayraklar yarıya indirilmişti. Yine aynı gün British Columbia’da çığ altında kalan 7 İngiliz lise öğrencisi ile ilgili haber iç sayfalarda kaldı. (Burada basının, olayın dramatik olması ve başka özellikleri nedeniyle öne çıkarması da vardır) Evet, uzay mekiğinin düşmesi nadir ve sıradışı bir olaydır, bu nedenle daha fazla ilgi çekebilir, ancak sorulması gereken şudur; eğer bu uzay mekiği Rus olsaydı basın yine aynı tepkiyi gösterir miydi? Yani sorun, zamanın politik gündemine göre, tercih ve öncelikler sorunudur.
 
Halkın felaketlere tepkisi, felaket öncesi ve sonrasında gelişen olaylar hakkındaki düşünce ve yargılarına göre de değişir.  Columbia’nın düşmesi, toplumun bilime olan güveninin sarsılmasına yol açabileceği gibi, tren kazası da, öncesinde yapılan özelleştirmelere karşı çıkılmasının ve politikacılara inanılmamasının haklılığına işaret edebilir.

Birkaç gün önce Londra’da beyaz gençler tarafından öldürülen siyah bir gencin haberi, tüm televizyon kanallarında ve gazetelerde baş haber olmuş ve haberin yankıları hala sürmekteyken, yine aynı gün Londra’da bu defa siyah bir genç tarafından öldürülen beyaz bir gencin haberi ancak iç sayfalarda haber olmuştu. Bunun nedeni,  Londra’daki terörist saldırılar sonrası oluşan yabancı düşmanlığı, yabancılara karşı çıkarılmak istenen yasalarla ilgilidir.

Bu örneklerin işaret ettiği en genel sonuç, modern Batı toplumunda sıradan insanların giderek, politik, bilim ya da güvenlik güçleri gibi resmi, profesyonel, uzman elitten toplumsal olarak koparken, aynı anda da farklı bir kanaldan bireysel olarak bağlanmasıdır. Uzmanlar ayrı bir kategori olarak toplumla birey arasında bir tabaka oluşturmuşlardır.

2004 yılının Ekim ayında, ‘London King’s College’e (KCL)  bağlı Uluslararası Güvenlik Analiz Merkezi (ICSA) terörizm ve toplum ilişkileri konusunda kapsamlı bir rapor hazırladı.  Raporun ana konusu, kriz ve felaketler anında insan davranışlarıdır. 

Bir felaket anında standart uygulamanın, halkın çevreden uzaklaştırılması ve acil kurtarma ekiplerinin kontrolu alması olduğu bilinir. Ancak bu raporda, olay yerinde her zaman, ilk önce bulunan halkın oradan uzaklaştırılmasıyla, bireylerin toplumsal sorumluluğu törpülenmiş ve yabancılaşmanın hızlandırılmış olunacağı da belirtilmektedir. Şöyle denir raporda, “Terör de dahil her felaket, maddi  ve ekonomik başkenti yıkar. Diğer taraftan, sosyal başkentin yaratılması ve bunun zenginleştirilmesi için de mükemmel bir fırsat yaratırlar.” Burada herşeyden önce kabul edilen gerçek, varolan toplumun çözüldüğü, bireyleri biraraya getirip  toplumu oluşturacak yapıştırıcı öğelerin, ortak değerlerin yokolduğu yani ‘toplum’ diyebileceğimiz bir yapının tehlikede olduğudur.

Raporda, 1995 Tokyo metrosuna yapılan gaz saldırısı,  Rusya’da Ossetia’da okul çocuklarının rehine alınması, 2002 yılında Bali’deki bombalı saldırıdan örnekler verilmektedir.  Tokyo’da kimyasal gazla saldırıya uğrayanların bir çoğu özel arabalarla hastanelere taşınmıştır. Profesyoneller -polis, ambulans- bu davranışın kimyasal bir  bomba olduğu için bulaşma olasılığını artırdığını savunabilir, -sonuçta bulaşmamıştır- ancak yeterli olmayan ambulansların yerine halkın kendiliğinden çözümler üretmesi sonucu gerçekte kayıpların sayısı düşmüştür.

Yine Bali’deki terör olayında acil ekipler gelinceye kadar yaralıların bir kısmı çoktan kurtarılmış ve arabalarla hastanenin yolunu tutmuştur. Ancak, daha sonra, bazı yaralıların yaralarına göre müdehale yapılabilecek hastanelere gitmediği anlaşılmıştır. Örneğin, ağır yanıkları olan birini, yanık vakaları bölümü olmayan bir hastaneye götürmek gibi. Burada anlatılmak istenen, halkla, uzmanların çalışması arasındaki dengenin, bireylerin aralarında bir bağ, ortak değer üretmesindeki rolüdür.

Herşeyin uzmanlara bırakılması toplumun güvenliğinin, ‘dışarıdan’ temin edildiği inanışını artırmaktadır. Bunun normatifleşmesi bireylerin, ‘biz kimiz’, ‘ne için varız’ ve ‘nereye gidiyoruz’ sorularına yanıt bulmakta zorlanmasına yolaçmaktadır. İngiltere’de 7 Temmuz’dan önce ve sonra sürekli olarak, dikkatli ve uyanık olma konusunda halk uyarılmaktadır. Ancak bu ‘uyanıklık’ karşıdakinden şüphe temelindedir. Bir anlamda, toplum herzamankinden daha fazla birbirine yapışması gerekirken, aksine karşılıklı güven yıkılmakta ve ayrışma hızlanmaktadır.

Sonuç olarak, halkın,  en geniş toplumsal sorunların tespit edilmesi ve çözümlerine katılması hakkında fikirleri alınarak bir bağ yaratmak mümkün olduğunun altı çizilir. Bugün yapılan ise sürekli yaratılan korku, sinisizm ve güvensizlik aşılanmasıdır. Devamlı, daha büyük ve şiddetli saldırıların yakın olduğu yayılarak yaratılan atmosferde, ‘korku’, herkesi birleştiren tek olgu haline gelmiştir.

GÜNLÜK YAŞAMIN  UZMANLAŞMASI

Modern Batı toplumunda bireylerin birbirlerine bağlılığı nazik ve geçici, karşılıklı beklentiler ve yükümlülükler ise, belirsiz ve karışıktır. Sürekli incelen toplumsal bağlar da, bireyselliği körüklemektedir. Parçalanan bu toplumdan çıkan deneyimin anlamı ise, yaşamın idame ettirilmesi için gerekli birikimin, toplumdan bireye aktarımı sürecinde doğal, organik iletişimin yitirilmiş olmasıdır. Bireylerin ilişkileri arasında boşalan  yere de başka bir kurum yerleşmiştir.

Bireyi destekleyen toplumsal kurumlar ortadan kayboldukça, eskiden hak diye kabul edilen olanaklar da elden gitmiştir. Bu durum bireye yeni özgürlük alanları yaratmış olmasına rağmen, sağlık, eğitim, beslenme gibi en temel hakların bile görecelileşmesi bireyin hareketlerinde en temel içgüdüsünü öne çıkarmıştır; sağ kalma, güvende olma.

İşte toplumla birey arasında açılan bu boşluğa yerleşmiştir, ‘profesyoneller/uzmanlar’. İş bulmaktan, çocuk bakmaya, uygun bir okul bulmaktan,  eş bulmaya, hangi sporun kendiniz için daha iyi olduğundan, çocuğunuza yılbaşında ne almanız gerektiğine, tatilde nereye gidebileceğinize  kadar yaşamın hemen hemen her alanında “uzman”lar, “danışman”lar türedi. Birey kendi özel yaşamını giderek artan bir inanışla bu uzmanların yardımı olmadan yürütemiyeceği fikrine saplanırken, uzmanların da özel yaşamların diğer alanlarına sızmaları hızlandı. Bu gelişmenin dilde yansımasını da görmek mümkündür; ‘counsellor‘, ‘mentor’, ‘adviser’, ‘life-style guru’, ‘personal trainer’, ‘appraiser’, ‘facilitator’, ’assessor’  gibi Türkçe anlamları aşağı yukarı aynı olan  kavramların,  dilin kullanıldığı toplumda herbirinin çağrıştırdığı farklı bir alanı vardır. Diğer bir deyişle, bugün artık bir uzmanlar endüstrisi oluşmuştur.

Bu, uzmanların bir çabası sonucu ya da yeni iş olanakları açmak için ortaya çıkmamıştır. Toplumdaki köklü kültürel değişimler ve insan ilişkilerinde ciddi sorunların yaşanmasından doğmuştur. Uzmanlık endüstrisini yaygınlaştıran diğer bir unsurda, sosyo-kültürel sorunların “tıbbileştirilmesi”dir. Günlük yaşam pratiği içinde karşılaşılan sorunlar bile ‘rahatsızlık‘, ‘hastalık’, ya da ‘sendrom’larla açıklanmaya başlanmıştır. Bu sorunların çoğu beden dışında; stres, öfke, travma, kendine güvensizlik, alışkanlıklar, kronik yorgunluk gibi fiziksel olmayan, toplumsal koşulların yarattığı belirtilerdir. Britanyalı psikolog David Smail, terapi ve danışma endüstrisinde bir patlama yaşandığını ve bu patlamanın, bireysel sorunların “patolojik” bir dışa vurum olarak görme eğiliminin artmasıyla ilintili olduğunu belirtmektedir. (How to Survive Without Psychotherapy, 1996) Eskiden bireylerin toplum yapısı içinde, karşılıklı konuşarak çözdüğü, ilişkiler temelindeki  sorunlar, böylece uzmanların odalarına taşınmıştır.

Toplumsal yaşamın tıbbileştirilmesi, özellikle 1980 sonrası görülmemiş bir şekilde artmış, psikoloji ve tıb alanında hiç bir uzmanlığı olmayan, kısa dönem kurslarla piyasaya çıkmış  “uzman” etiketliler ordusu, yeni keşfettikleri “hastalıkları” tıb alanında resmileştirmek için kampanyalar yürütmüşlerdi. 

İngiliz Profesör Frank Furedi, ‘Terapi Kültürü’ üzerine yazdığı çarpıcı kitapta; sorun, uzmanların yanlış tavsiye vermeleri değil, bireylerin kendi deneyimleriyle öğrenmesi, kendi aralarında çözmesi gereken sorunları uzmanlara getirerek, bu süreçte yarattıkları ‘kısa devre’dir, der.  Ancak kişisel deneyimlerle kazanılabilen sezgi, içgüdü ve vukufun, uzman bilgileriyle devreden çıkarıldığına işaret eden Furedi, bunun sonucunda bireyin,  kendi hislerine yabancılaştığını ve kendi başına karar verme ve muhakeme yetisini yitirdiğini vurgulamaktadır.

Günlük yaşamın uzmanlaşması, ilişkileri resmileştirmiş, bu da çıkarcılık, hesaplı olma ve güvensizlik doğurmuştur. Bu nedenle, yakın ilişkilerin kurulmasında yaşanılan zorluklar bireyleri tekrar bir uzmana taşır, böylece uzmanlara olan ihtiyaç giderek artar.

Bireyselleşme, anti-sosyalleşme, insanımsılaşma insanlığın modernleşmeye ödediği bedel midir?

1956’da bir metafor olarak yaratılan “replika”lar bugün yavaş yavaş yaşamımıza girmeye başladılar. Yapılan açıklamaya göre, ‘İnvasion of the Body Snatchers’ın 2005 versiyonunun konusu biraz değişmiş; bir psikolog (Nicole Kidman) insanları, uzaktan kumanda edilebilen, robotumsu yaratıklara çeviren ve  ne olduğu belirlenemeyen virüslerin dünyaya yayılmakta olduğunu keşfeder. Filmin adı da daha sonra uygun bulunmayarak değiştirilmiş: ‘İnvasion’ (İşgal)  Değişmeden kalan; PARANOYA.

1631280cookie-checkSANATTAN… Modernleşmenin bedeli

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.