Sendikaları ve Sendikacıları Nasıl Bilirsiniz?

Tüm-Bel-Sen KESK’e bağlı bir memur sendikası. Sendika genel merkezi ‘ekonomik gerekçelerle’ şubelerde çalışan sekiz işçinin işine son veriyor. İşten atılanların çoğu Tez-Koop-İş Sendikasının üyesi. Tez-Koop-İş 7 Eylül tarihinde bir bildiri yayınlayarak kendisine haber verilmeden işçilerin işine son verilmesini protesto ediyor. Bildirinin başlığı da şöyle: “Tüm-Bel-Sen Yönetimi Barış Değil, Çatışma İstiyor”! Fakat ilginç bir ayrıntı daha var: Tez-Koop-İş de daha önce sendika çalışanlarından bazılarının işine son vermiş…

Bir sendika herhangi bir şirket gibi işçi istihdam ediyor, ekonomik sıkıntıları bahane ederek yıllardır çalıştırdığı işçilerin işine son veriyor… Aslında bir işçi örgütü olan sendikanın parasal yetersizliği öne sürerek çalıştırdığı insanları işten atması hiçbir surette kabul edilebilir değildir. Bu, sendikanın kendi varlık nedenini inkâr etmektir. Kapitalist bir işletme için olağan olan böyle bir durum, bir sendika söz konusu olduğunda tam bir skandaldır, skandal utanılacak şey, kepazelik, vb. anlamındadır… Bu sendikaların genel merkezlerinde ve şubelerinde insanları asgari ücretle [bazen asgari ücretin de altında], ekseri sigortasız çalıştırdıkları, Part-time [yarım gün] çalıştırıyormuş gibi gösterip tam gün çalıştırdıkları, böylece sadece daha az ücret değil, daha az vergi ve sigorta pirimi ödeyerek, tipik bir kapitalist gibi sefalet ücretiyle çalıştırdıkları biliniyor. Kendi üyelerinin ücretinin [maaşının] düşüklüğünden sürekli şikâyet edip, ücret artışı isteyen, ama bunun için hiçbir etkili eylem yapmayan, yapamayan, yapması da mümkün olmayan, her fırsatta ‘yoksulluk ve açlık sınırıyla’ ilgili araştırma sonuçlarını yayınlayan bu sendikaların, çalıştırdıkları karşısında tipik bir kapitalist gibi davranmaları nasıl açıklanacak. Bunlar gerçekten sendika mıdır? Kimin çıkarının bekçiliğini yapmaktadırlar? Bu tür örgütlerle ilgili gerçekle tevatür arasında nasıl bir ilişki var?

Söylem ve Gerçek

Ortalama insan sendikaların işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden örgütler olduğunu sanır. Zira, her şey öyle sanması için tasarlanmıştır. Esasen teorik olarak da öyle olması gerekirdi… Bu durum, daha baştan sendikalar ve sendikacılara yönelik eleştirinin önünü kapatıyor. ‘İyi bir şey yaptıklarına dair’ ‘ortak anlayış’, bu örgütlerin gerçek işlevlerinin, pis misyonlarının anlaşılmasını zorlaştırıyor. Oysa gerçek dünyada durum hiçte öyle değildir. Ekseri sendikalarla işçi kitlesi arasında tam bir ilişki tersliği vardır ve ilişkinin yönü işçi kitlesinden sendika yönetimlerine doğru değil, sendikadan [sendika bürokrasisinden densin] işçi kitlesine doğrudur, yani terstir… Zira, işçilerin öz örgütü olması gereken sendikalar, sınıfa ve onun tarihsel çıkarlarına külliyen yabancılaşmış durumdadırlar. Bu niteliklerinden ötürü de, bir bütün olarak ezilen-sömürülen sınıfın değil, egemen sınıfın hizmetindedirler. Bunlar egemen düzene pek faydalı hizmetler sundukları için, iktidarlar tarafından her türlü açık ve dolaylı desteği görürler. Kendilerini solda sayan ya da öyle oldukları sanılan ‘aydınlar’ da bu yapıları eleştirmekten özenle kaçınırlar. Gerekçeleri de sendikaların işçileri bir çatı altında toplayıp, örgütlemelerini büyük bir başarı olarak görürler. Bunlardaki yozlaşmayı hafife almanın ikinci gerekçesi olarak da bunların ‘ekonomik amaçlı örgütler’ olduğu, politikanın siyasi partinin işi olduğu saçma düşüncesidir. Elbette dağınık, bölük pörçük, kapitalist patron ve devlet karşısında pazarlık gücü olmayan işçilerin bir örgüt çatısı altında toplanması önemlidir ama asla yeterli değildir. Kitleye ve onun tarihsel çıkarlarına yabancılaşmış bir sendika bürokrasinin denetleyip-manipüle ettiği söz konusu örgütler aslında kapitalistlerin, devletin ve bürokratik deformasyona uğramış yozlaşmış sendika bürokrasilerinin hizmetindedirler. Durum böyledir ama sendika yöneticileri ağızlarını her açtıklarında ‘işçilerin çıkarlarından’, ücretlerin düşüklüğünden, vb. söz ederler… Sendikalardaki yozlaşmanın başlıca nedeni de profesyonelliktir. Herhangi bir işçi örgütüne [ve sol örgüte] profesyonellik girdiği anda o örgüte öldürücü bürokrasi virüsü da nüfûz etmiş demektir. Oysa burada daha fazla söz etmeyeceğim profesyonellik, son derece “masum ve mantıklı” gerekçelere dayandırılır [yoğun ve zor çalışma koşulları işçilerin burjuva düzenini anlamasını zorlaştırıyor, mücadelenin başarısı için içlerinden mücadelede temâyüz etmiş, önderlik yeteneğini kanıtlamış bazılarını üretim sürecinin dışına çıkararak, bunların sadece işçilerin mücadelesinin başarısı için çalışmasını mümkün kılmak, böylece burjuva mevzuatının ve yasalarının boşluklarından sınıf lehine yararlanmak, vb.]. Burada evrensel olduğunu sandığım bir ilkeyi hatırlatmam gerekiyor: Bu dünyada hakların ve özgürlüklerin maaşlı memurlar, profesyoneller tarafından kazanılması asla mümkün değildir. Profesyonel ‘meslekî’ demektir ve işçilerin kurtuluşunun bir meslek erbabına emanet edilmesi asla kabul edilebilir değildir. Zira bir kitle hareketine profesyonelliğin girmesi demek, oraya yöneten-yönetilen ilişkisinin, dolayısıyla da hiyerarşinin başka bir ifade ile iktidar ilişkisinin girmesi demektir. Eğer bürokratik yozlaşmaya uğramış bir işçi örgütü [sendika] söz konusuysa, orada artık demokratik işleyişin esamesi okunmaz… Belirli bir eşik aşıldıktan sonra yapılan her şey, her eylem, her söylem ve slogan artık bürokrasinin iktidarını sürdürmek içindir.

Mesleği sendikacılık olan biri için asıl kaygı, kendi konumunu, statüsünü ve çıkarlarını güvence altına almak, velhasıl iktidarda kalmaktır. Sendika büyüdükçe bürokrasinin gücü de artar. Genel kurullar, seçimler, vb. sadece sendika bürokrasisini meşrulaştırmak ve sürdürmek içindir. Profesyonel sendikacı artık sadece retorik planda işçi sınıfına dahildir. Onun asıl dünyası burjuvaların dünyasıdır… Yaşam standardı mutlaka ortalama işçininkinden daha yüksektir. Sadece ücretle yaşamaz, sendikanın kaynaklarını ‘kollektif’ olarak tasarruf etme hakkına sahip oldukları için, hayat standartları sıradan işçiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Uçaktan inmezler, beş yıldızlı otellerde konaklarlar, lüks lokantalarda ‘iş yemeği’ yerler, ‘eğitim’ adı altında üniversite üyeleri ve “uzmanlarla” sayfiye mekanlarda bir araya gelirler, etrafındakilere ziyafet verirler, maaşlarını ve tazminatlarını istedikleri gibi ayarlarlar… Fakat onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırıp burjuva sınıfına terfi ettiren, sadece yüksek yaşam standartları değildir. Bir kere sendika yöneticisi oldular mı, artık nefes aldıkları kültürel- sosyal ortam bütünüyle burjuvadır: Kapitalist patronlar, devlet aygıtının yükseklerindekiler, burjuva politikacıları, üniversite üyeleri, sanatçılar, avukatlar, medyanın ünlüleri, vb. Sendikacılık mesleği onların için bir ‘sınıf değiştirme’ aracıdır. Tekrar eski işlerine dönme düşüncesi bile onlar için tam bir kâbustur ve dönmemek için her yolu mubah sayarlar. Bu yüzden aralarında ömür boyu sendika yöneticisi, sendika başkanı olanların sayısı az değildir…

Bir kere işçi örgütüne bürokratik virüs sirayet etti mi, artık retorik, kullanılan kavramlar ve sloganlar da değişir. En çok kullanılan da çalışma barışıdır. Oysa bu dünyada herkes için aynı anlama gelen bir barış kavramı mümkün değildir… Bürokratik yozlaşmaya uğramış, kitleye yabancılaşmış sendika yönetimleri, her türlü ‘gerçek’ eylemden [grev, direniş, işyeri işgali, v.b.] kapitalist patronlardan daha çok korkarlar. Zira grev, grevle birlikte işyeri işgalleri gibi eylem ve direniş biçimleri, sendika bürokrasisi için iki olumsuzluk içerir 1. Kollektif olarak istedikleri gibi tasarruf ettikleri sendika fonlarını, birikmiş aidatları [parayı densin] grevci işçilere ve ailelerine dağıtmak zorunda kalırlar ki, bu söz konusu kaynağın erimesi demektir; 2. İkincisi ve belki daha önemlisi, grev öncesi ve grev süreci, işçilerin yaşadıkları toplum kendi güçleri, mevcut durumun aşılabilirliğiyle ilgili bilinçlenmelerini sağlar ki, oradan giderek sendika bürokrasinin saltanatı da tartışılır hale gelebilir… Zira kritik eşik ilk soruyu sorabilmektir ve perspektifin değişmeye başladığı andır… Bu yüzden boşuna eylemler işçi sınıfın okuludur denmemiştir…

Türkiye’nin Özgünlüğü

Sendikalar işçi sınıfının en doğal örgütlenme biçimidir ve bürokratik yozlaşmaya uğramadıkları dönemde ve bürokrasinin etkinliğinin kırılabildiği koşullarda, başarılı eylemler de yaptılar. İşçi sınıfının mücadele tarihi, şanlı eylemlerin de tarihidir. Fakat tarihsel süreç içinde bürokratik yozlaşmaya uğrayıp misyonlarına yabancılaştılar ve giderek işçi sınıfı içinde burjuva düzeninin kaleleri durumuna geldiler. Türkiye’de durum bu tarihsel gelişme sürecine pek uymaz. Bizde sendikalar daha baştan devletin ve sermayenin araçları olarak varoldular. Bu yüzden bizde köklü bir işçi hareketi ve sendikal mücadele geleneği yoktur. 1947 yılında işçilerin sendika kurmalarına izin verildiğinde, sendikalar bir tür içi boş midye kabuğu gibiydi. Grev ve toplu iş sözleşmesi yapmaları yasaklanmıştı. Devlet işçilere 16 yıl sonra, 1963 de grev ve toplu iş sözleşme hakkı tanımadan önce, kendi denetiminde ‘uysal’ bir sendika bürokratları kuşağı yetiştirdi. Sendika yasasında sendika aidatları o kadar düşük tespit edilmişti ki, sendikalar merkezlerinin kirasını devlet yardımıyla ödeyebiliyorlardı… Oysa aidatlar ve ödeniş biçimi, mücadelenin başarısı bakımından kritik öneme sahiptir. Sendikaların işçi kitlesine yabancılaşıp, bürokratlaşmasının nedenlerinden biri aidatların check-off yöntemi denilen sistemle, işyerleri [kapitalist patron ve devlet] tarafından kesilip topluca sendika yönetimine teslim edilmesidir. Bir bakıma para sendika yöneticilerine gümüş tepside sunuluyor… Bu uygulama sendika bürokrasileri için bulunmaz bir nimettir ama işçileri sendikaya yabancılaştırmanın bir aracı olduğu da kuşkusuzdur. Zira, check-off sistemi geçerli olduğunda, aidatlar da işçiden kesilen vergi ve sigorta primleri gibi işçinin gıyabında gerçekleşiyor. Oysa işçi, öz örgütü, haysiyeti sayılması gereken sendikasına aidatını bakkala, kasaba borç eder gibi bizzat öderse, sendikanın harcamalarını denetler, olup-bitenlerden yapılarlardan ve yapılacaklardan da haberdar olur, tartışmaya dahil olur, sendikayla bağını kesmez. Aidatların düzenli ödenmesi örgüte bağlılığın göstergelerinden biridir. Fakat Türkiye’de bu konuda bir ilke daha imza atılmış görünüyor. Memur sendikalarının aidatını da artık devlet ödüyor ve sendikalar tipik birer devlet kuruluşu haline gelmiş durumda… Memurlara yıllık %4 zam teklif eden devlet, sendika bürokrasilerine ödediği aidata %100 zam yaparak, 5 liradan 10 liraya çıkarmış. Bu durumda artık kavramın bilinen anlamında aidat’tan söz etmek mümkün değildir. Devletin sendika bürokrasilerine kaynak transferi söz konusudur… Bu durum sendikalar cephesinde kepazeliğin ne boyutlara vardığının da bir göstergesidir… Aynı işçi sendikalarında olduğu gibi, artık memurlara da grev ve toplu sözleşme hakkını ‘vermenin koşulları oluşmuş’ sayılır. Egemenler onlara zaten kullanmayacakları bir hakkı vermekten neden çekinsinler… Memur sendikalarında bürokrasi çoktan yerini almışken…

Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sendikalardaki bürokratik yozlaşmaya karşı iki önlem önermişti: İşçi örgütünde profesyonel olarak çalışanlara kalifiye bir işçinin ücretinden fazla ücret ödememek ve sendika yöneticilerinin iki yıldan fazla profesyonel olarak çalışmasını izin vermemek, rotasyon yoluyla bürokratik bir kastın oluşmasını önlemek… Bugünün dünyasında bu önlemlerden birincisinin etkinliği tartışmalıdır. Zira o dönemde ortalama işçi ücretleri sefalet ücretleriydi, bugünkü seviyelerin çok altındaydı. İkincisi, sendika yöneticilerinin geliri sadece aldıkları ücretten ibaret değil, yukarıda da kısaca değindiğim gibi sendika fonlarını kollektif olarak kullanarak reel gelirlerini yükseltmenin yolunu buluyorlar. İkinci önlem daha etkili gibi görünse de bir başına bürokratik yozlaşmayı önlemenin garantisi değildir. Aslında sendikaların gerçekten ezilen-sömürülen sınıfın kurtuluşunun araçları haline gelebilmeleri için, geçerli perspektifin radikal olarak değiştirilmesi gerekiyor. Ücretli kölelik rejimini aşma perspektifine sahip olamayan, gözü dar ve kısmi çıkarlardan başka bir şey görmeyen, bürokratik yozlaşmaya uğramış mevcut sendikalar, birer emek komisyoncusu olmanın ötesine geçemezler, geçemiyorlar da… Öyle bir sefil anlayış geçerli ki, sanki bir hakkın kullanılması için o hakkın mutlaka bir burjuva yasasında yazılmış olması gerekiyor. Böyle bir anlayışa sahip bir örgüt, ezilen-sömürülenlerin örgütü sayılabilir mi? Öyleyse sendikaları sınıfın mücadele okulları haline getirmeden kalıcı bir şeyler kazanmak mümkün değil. Bunun da yolu varolanların radikal eleştirisinden geçiyor… Eskilerin meslek-i muzırr [zarar veren meslek] dediklerini hatırlatırcasına, sendikacılık çoktan ‘zararlı bir meslek’ durumuna gelmiş durumda. Dolayısıyla işçi haklarının savunulması ve ücretli kölelik düzeninin aşılması için mevcut sendikalara dair kafa karışıklığından kurtulmak büyük önem taşıyor… Velhasıl işçilerin kaderi sendikacılara emanet edilebilir değildir…

1609020cookie-checkSendikaları ve Sendikacıları Nasıl Bilirsiniz?
Önceki haberSANATTAN… ‘Creative coach’
Sonraki haberŞemdinli sanıklarını asker yargılayacak
FİKRET BAŞKAYA
Fikir adamı, siyaset bilimci, iktisatçı. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı. Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73). Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm, kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını aldı.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.