Sinem’in öyküsü

-Bu gerçek öykü, kurtarılmak gerekçesiyle misyonerler tarafından sokaklardan alınan ve bir daha izine rastlanılamayan Sinem’cik ve aynı kaderi paylaşan diğer tüm Sinem’ler için yazılmıştır-

O günlerde Ortaköy’e henüz yeni taşınmıştık. Sabahları işe vapurla gittiğim için, her sabah erkenden sahile iniyordum. Vapuru beklerken bir yandan kahvaltımı yapıyor bir yandan da günün ilk saatlerinin insana verdiği o huzur ve dinginliğin tadını çıkarıyordum… Öğrencilik yıllarımdan  tanıdığım, bildiğim bu sahilin, sabahları böylesi zengin  hazlarla dolu olabileceğini daha önceleri hiç fark etmemiştim.  Başka insanların pek nadir hissedebileceği gizli renkler, gizli sesler, gizemli güzellikler keşfetmiştim kısa bir paylaşım sonucunda bu sahilde….

Gerçekten de bu sabah uğrakları benim için bir zorunluluk değil büyük bir keyif haline gelmişti kısa zaman içinde. Şehrin gürültüsü, karmaşasına karşın, bir anlık da olsa soluk alabildiğim, huzur bulabildiğim, her türlü üzüntü ve sıkıntımdan sıyrılabildiğim, çok özel anlardı bunlar… Burada, kent yaşamının yoğunluğu içinde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir şeyi, doğanın kendi arasında konuştuğu dili keşfetmiştim. İstanbul’un kulakları tırmalayan uğultusu öylesine hafızama yerleşmişti ki ve beni öylesine rahatsız ediyordu ki, sadece köylerde olduğunu sandığım o doğal dili tekrar, hem de  şehrin göbeğindeki bu sahilde bulduğumda, çocuklar gibi sevindim…

İşte bu benim her zaman özlemini duyduğum tabiatın sesiydi ve ben bu sesi çok seviyordum. Her gün bu sesi biraz daha fazla dinleyebilmek için vapurumun geliş saatinden  yarım saat, bir saat erken geliyor, hemen kahvelerin olduğu kısımda, artık bana ait olduğunu garsonların da kabullendiği özel köşemdeki masama ilişiyordum. Bir yandan keyifle çayımı yudumlarken bir yandan da etrafımda kanat çırpan martı sesinden dalgaların çalkantısına kadar her türlü doğa sesine kulak veriyordum.

Anlatılmaz bir armoniydi bu ve ben her sabah bu armoniyi dinlemekten büyük zevk alıyordum. Ağlarını çözen balıkçıların ritmik hareketleri eşliğinde denizin kulağıma fısıldadığı şırıltı, martıların kanat çırpışlarındaki melodi, usul usul gelip giden dalgaların çalkantısının içimde yarattığı coşku, bütün bu doğal ahenk, seslerin dansı, beni olduğum yerden alıyor, bambaşka, bambaşka diyarlara götürüyordu. Bu doğayla aramda özel bir oyundu ve bu oyuna kimse katılsın istemiyordum…

Ama küçük Sinem bu isteğime aldırış etmeden  bir sabah  paldır küldür daldı oyunuma. Aslında bozdu demeliyim, çünkü kendisinden başka bir şeyle ilgilenmeme izin vermiyordu Tüm ilgi odağının kendisinde toplanmasını istiyordu. Ve bunda öyle kararlıydı ki, onu yanımdan uzaklaştırmam, eski oyunuma geri dönebilmem mümkün değildi artık. Buna vicdanım da pek razı olmuyordu doğrusu. Başlangıçta doğayla olan paylaşımımda aramıza girdi diye ona kızıyordum ama sonradan anlamıştım ki o da doğanın bir parçasıydı ve görülmeyi, dinlenmeyi, sevilmeyi her şeyden çok hak ediyordu. Çünkü o çocuktu… Çürümüş hayatların, kokuşmuş değerlerin içinde öylesine saf öylesine temizdi ki, doğanın insan eli değmeden önceki halini anımsatıyordu bana.

 Sinem hayatıma girdikten sonra, istesem de istemesem de, sahildeki bütün paylaşımlarımı onunla gerçekleştirmek zorundaydım artık. Onunla oynayabileceğim oyunlar dışında pek oyun oynayamaz hale gelmiştim. Ama kısa sürede onunla oynamaya alıştım ve bunu çok sevdim. Bazen küstahlığı ve pervasızlığının sınırı olmasa ve buna tahammül etmem çok zor olsa da. Beni sık sık  sınamasına ve aramızdaki iktidar savaşından her seferinde biraz daha güçlenerek çıkmasına kızıyor ama yine de onunla uğraşmaktan vazgeçmiyordum. Onun inatçılığı, direnci, çevresine meydan okuyan korkusuz gözleri öylesine güzeldi ki, bu güzellik bir de istediğinde çok da sevimli hale getirebildiği hareketleriyle bütünleştiğinde, dayanılmaz hale geliyordu ve karşı koymak mümkün olmuyordu isteklerine. Bu küçük kız gerçekten  her istediğini yaptırabilirdi size. Önce usulca yanınıza sokulur, zeki bakışlarıyla sizi sorgular, anlamaya çalışır, sonra da kafasında size biçtiği tiplemeye uygun bir dil oluşturarak isteklerini sıralardı:

-Sakız istiyom
-Şeker istiyom,
-Çukolata, yok yok bonibom istiyom…

Sinem’in sizin için özel olduğunu düşünmeniz aslında yanıltıcı bir duyguydu. Çünkü o sizin gibi seçtiği bütün kişilerle aynı oyunu oynardı ama siz bunu bilmediğiniz için, yalnız bu oyunu  sizinle oynadığını düşünür kendinizi özel hissederdiniz. Zekası ve sevimliliğiyle sizi öylesine bağlardı ki kendisine, her sabah iskeleye gelir gelmez gözlerinizin aradığı, bağımlısı olduğunuz bir varlık haline dönüşürdü. O her zaman sizden önce gelmiş olurdu ve birilerinin yanından size yönelerek, elleri şekerlerle çikolatalarla dolu, keyfi isterse yanınıza sokulurdu.

Onu başkalarıyla paylaşmak zorunda olduğumu ilk fark ettiğimde, bu garip bir şekilde dokunmuştu bana. Herkes gibi ben de onun için özel olduğum yanılgısına kapılmıştım işte. Ama gerçek şuydu ki, o ne bana ne de başkalarına aitti. O herkesinmiş gibi davranan kimsesiz, gariban, öksüz bir yavrucaktı. Herkesin gibi davranıyordu çünkü gerçekten birine nasıl ait olunacağını bilmiyordu. Sevgidense pek anladığı yoktu, hayat ona nasıl sevileceğini değil, istediklerini elde etmede sevgiyi nasıl kullanacağını öğretmişti. Kendisinin pek bilmediği bu duyguyu başkalarının nasıl önemsediğini, herkesin ona nasıl ihtiyaç duyduğunu, insanlarla iletişimi sırasında deneme sınama yoluyla öğrenmiş ve sonra bunu isteklerine ulaşmak için silah haline getirmişti. Ama o silah bir gün kendisine çevrildiğinde hazırlıksız yakalanacaktı Sinem’cik.

 Sahil halkından Sinem’in öyküsünü ilk dinlediğimde tarif edilmez bir acı duymuştum. Ona olan sevgime derin bir acıma duygusu eklenmiş, geleceğine dair endişem artmıştı.Annesi fahişeydi, babası ise bilinmiyordu. Annesinin birlikte olduğu erkeklerden herhangi birisi olabilirdi. Zaten Sinem de dünyaya istemeden getirilmiş ve nüfus kütüğüne kaydedilmemişti.Yani kimliksizdi.

Annesi daha bir yaşına basmadan onu terk etmiş, sahilde  küçük bir balıkçı kulübesinde yaşayan ninesi ona bakmak zorunda kalmıştı.Yaşlı  kadının aslında kendini bile geçindirecek hali yoktu. Böylece zaman içinde Sinem kendi başının çaresine bakmayı öğrenmişti. Bu arada, sahilde onu sever  gibi yapanlardan hiç birinin sevgisinin gerçek olmadığını çok iyi biliyordu Sinem’cik. Sahipsizliğine kimsenin aldırmadığının… Onun için herkese çok özelmiş gibi davranıyor ama kimsenin özeli olmuyordu. O çok geçmeden öğrenmişti ki, vapur kalktığında, insanlar evlerine, işlerine koyulacak ve kendisi her zamanki gibi orada unutulacaktı sahilin öksüz Sinem’i olarak…

-Çiğdem abla bana bolibom alsana:
-Sinem seninle bolibomların renklerine bakalım mı?
-Bakalım
-Sarı, yeşil, kırmızı, say bakalım şimdi
-Sarı, yeşil, kırmızı
-Çiğdem abla bak deniz anası, bu da yavrusu
-Peki sen kimin yavrususun Sinem, Senin annen var mı?
-Bak annesi yavrusunu bırakıp gidiyor Çiğdem abla
-Geri dönecek, göreceksin annesi yavrusuna geri dönecek

Pek inançlı  söylemiyorum bu sözleri, bunun o da farkında, öylesine zeki ki, işine gelmeyen her şeyde olduğu gibi hemen konuyu değiştiriyor.

-Bak Vapulun geliyor Çiğdem abla
-Gideceğim için üzülüyor musun Sinem
-Beni de götürsene vapulla
-Şimdi olmaz canım, ama başka zaman söz, oldu mu?

Her sabah böyle ayrılıyorduk Sinem’le, o vapurumun ardından dalgın dalgın bakıyor, bana el sallıyor, ben de hüzün içinde, kaygılı, onun minik varlığının gözden kayboluşunu izliyordum. Hafızamda o minik el sallanıp duruyordu sürekli, kimi hoşça kal der gibi, kimi de beni de götür diye haykırırcasına. Öyle de güzeldi ki, büyüyünce mahvederlerdi bu kızcağızı. Balıkçılar, ayyaşlar, serseriler ve ikide bir ayaklarına dolanan Sinem’cik. Gün gelip serpilince artık ayak bağı da olmayacaktı, bir fırsat, bir av olacaktı onlar için.

Vapurum her karşı kıyıya ulaştığında, el sallayan haliyle minik Sinem’ciğin hayali bir süre daha hayalimi meşgul ederdi. İçim burkularak tekrar tekrar canlandırırdım ayrılık sahnesini…

-Sinem bana bir öpücük verir misin?

Minik dudağını hışımla yapıştırdığını hissederdim yanağıma, sıcak, sımsıcak bir temasla. Sonra  sümüklerinin ılık ıslaklığının tenimi yapışkanlaştırdığını. Hiç tiksinmezdim aynı hışımla ben de karşılık verirdim öpüşlerine. Sevgiyle sımsıkı, sımsıkı bastırırdım onu göğsüme. Giderken sümüklerini silerdim son bir kez. Sonra elimi bırakmak istemeyen minik ellerini şefkatle ayırır, hızla uzaklaşırdım yanından. Bir süre dalgın dalgın izlerdi gidişimi. Etrafından gelen alışık olduğu ilgiye pas vermez, kalkmakta olan vapura öylece gözlerini dikerdi.

Ondan her ayrılışımda aynı kaygılarla içimin sızladığını hisseder ve yüreğimdeki vicdan azabının dinmesini beklerdim. Biliyordum ki o daha önce böylesine içten hiç öpülmemişti, sümüklerine rağmen ve olanca sahipsizliğiyle. Daha önce hiç kimse onunla bonibom şekerlerinin renklerini saymamış, deniz anası ve yavrusunu seyretmemişti. Ona içtenliği, gerçek sevgiyi öğretmekle hata mı etmiştim yoksa, Onu böyle alıştırıp, alıştırıp sonra terk edeceksem ben de annesi ve diğerleri gibi… Bu hırsızlık, sevgi hırsızlığı, sevgi katilliği olmayacak mıydı?!..

Sinem’ciğin sevgisini çalmış, ona zorla kendimi sevdirmiş, ona birine ait olma hissini öğretmiştim. Ama sonra kendi hayatımın beni sürüklediği yönlerde kaybolurken onun bir daha izine rastlamamıştım. Onu aramalıydım, onun hayatını takip etmeli bir şekilde onu yaşadığı kötü hayattan, sokaklardan kurtarmalıydım. Aslında bunu yapmaya çalıştım da. Annesinin izini buldum ama onu kurtaramadım ne yazık ki…

 Sinem’in annesini bulduğumda bir de dostu vardı yanında sürekli onu takip eden. Ya da onu çalıştıran adam demek  daha doğru olur belki de…  Bu, silahlı ve çok tehlikeli biriydi. Çocukla ilgilenen birileri olduğunu görünce anne ve dostu işi ticarete dökmüşler ve sıkı bir pazarlığa girişmişlerdi. O sıralar Sinem’i  misyoner bir örgüt sahiplenmek istiyordu. Belli ki yavrucağı önce sokaklardan kurtaracaklar, sonra da hiristiyanlaştıracaklardı. En sonunda da ülke dışına çıkaracaklardı kim bilir…

Sokaklarda fahişe olacağına iyi yetişmiş, eğitimli  bir hiristiyan olmasının daha iyi mi yoksa  kötü mü olacağı kafamda soru işaretine yol açsa da, ben yine de olayı anlar anlamaz Sinem’in annesini durumdan haberdar etmek istedim. Ona resmi makamlar yoluyla Sinem’e yardım edebileceğimizi söyledim, güya gizlice, çünkü azcık da olsa kadının  bir ana yüreği olduğunu düşünüyordum. Ama  nerede… Yanılmışım. Kadın hemen aynı gün her şeyi  dostuna yetiştirdi ve ertesi gün adam, elinde bıçak karşıma dikildi. Eğer her hangi bir şekilde birilerini durumdan haberdar edersem burnumdan fitil fitil getireceğini söyledi. Ciddi bir şekilde tehdit edilmiştim. Gençtim, tecrübesizdim ve ilk kez gerçek bir belalıyla karşı karşıya kalmıştım hayatımda. Korktum ve geri çekildim…

Sıkı bir pazarlıktan sonra annesi ve Dostu tarafından Sinem misyonerlere satıldı ve örgüt evlerinden birisine yerleştirildi. Üstü başı, görünümü tepeden tırnağa değişti. Okula gitti, okulda okumaya, yazmaya hatta ingilizce öğrenmeye başladı. Ama Sinem’in halen hiçbir yerde resmi kaydı yapılamıyordu çünkü kimliksizdi. Gittiği okul ise özel örgüt okullarından birisiydi, daha doğrusu kurstu. Bu arada örgüt, Sinem’e yeni bir kimlik çıkartabilmek için annesinden velayetini alma durumu ile karşı karşıya kaldı. Anne ve dostu bir kez daha paranın kokusunu almışlardı ya, hele de bunların örgüt olduklarını da öğrenmişlerdi, pazarlığı kızıştırdıkça kızıştırıyorlardı. Nasılsa paranın büyük yerlerden geleceğini biliyorlardı… Sinem’le oyuncak gibi oynuyorlardı…

Oyuncak gibi oynuyorlardı diyorum çünkü Sinem defalarca ailesi tarafından evden ve okuldan alınmış, istenen para ödendiğinde tekrar örgüt evine, okula iade edilmişti. Beş ay okula gidiyorsa üç ay zorunlu olarak ara vermek zorunda kalıyordu. Ailesi tarafından her alınışında ninesinin yanına, sahile bırakılıyordu. Dış görünüşü birgün kir pas içinde kalıyor,  diğer gün pırıl pırıl oluyordu. Birgün şık kıyafetlere bürünüyordu yavrucak diğer gün paçavralar içinde görülüyordu. Arkadaş çevresi, etrafındaki insanlar, herşey, herşey sürekli değişiyordu. Bu arada Sinem’in içinde neler oluyordu kim bilir…

Benim o sahilde karşılaşıp cesaretine hayran olduğum neşeli, hayat dolu, pervasız küçük kızdan eser kalmamıştı artık.Yaşadığı gel gitler adeta onu şoka uğratmış, hayata küstürmüştü. Ne yüzü gülüyor ne de gözlerinin o eski yaşama meydan okuyan pırıltısı duruyordu. Korkusuzluğundan eser kalmamıştı. Aksine ürkek ve şaşkındı… Etrafında olup bitenlere anlam veremiyor, birbirinden farklı ortamlar ve insanlar arasında gidip gelmenin kafa karışıklığını yaşıyordu. Kimdi bu insanlar, ondan ne istiyorlardı. Bir gün güzel giyinmesi, güzel konuşması gerekirken neden ertesi gün  yeniden sokağa, kire pasa dönmesi gerekiyordu. Neden bir gün anlamadığı dilden konuşan garip alışkanlıkları olan, yabancı insanların arasında bulurken kendisini, ertesi gün sokak serserilerinin, ayyaşların, tinercilerin içinde oluyordu…Neydi bütün bu başına gelenler Sinem anlamıyordu…

Eskiden sokakları yadsımazdı Sinem’cik, her durumda ve koşulda başının çaresine bakardı. Dışarıdaki kötülüklerden habersizdi çünkü, herşey onun için oyun, insanlar oyun arkadaşıydı… Kimse tehlikeli değildi, cesurca etrafındakilere yaklaşır, sevimliliği ile onları etkiler onlara sakız, şeker, bonibom aldırırdı. Oysa şimdi korkuyordu, hem de çok korkuyordu. Artık gözleri açılmış, üstelik bir yuvanın, bir yerlere ait olmanın güvenliğini tatmıştı. Birilerinin ona sahiplenmesinin, onun adına hayatı göğüslemesinin rahatlığını yaşamıştı. Karnının kendisi uğraşmadan doyurulabileceğini, üstüne cici giysiler alınabileceğini, gece üşümeden uyunabileceğini o da yaşamıştı artık ve bunu istiyordu…

 Peki sonunda  Sinem’e ne olmuştu? Bu garip kızın hikayesi nasıl son bulmuştu. Ne yazık ki  hiç öğrenemeyecektim. Birgün mahalleden taşınan misyonerlerle beraber Sinem de ortadan kayboldu… Onu bulmak için defalarca sahile gittim, oradakilerden bir şeyler öğrenmeye çalıştım, ninesini sordum, öldüğünü öğrendim, ama Sinem hakkında tek bir ip ucuna bile rastlamadım. Yer yarılmış yerin dibine girmişti küçük kız… Koskoca Türkiye’de bir yer bulunamamıştı yavrucağa… Belki artık Türkiye’de bile değildi, misyonerler sonunda amacına ulaşmış ve onu ülke dışına çıkarmayı başarmışlardı… Kimbilir…

Bugün halen ne zaman Ortaköy sahiline gitsem, onun o pervasız korkusuz bakışları, elleri, kolları çukolata, şeker dolu neşeyle yanıma gelişi, oynadığımız oyunlar gelir aklıma ve gözüm yaşarır… Bir bonibom alır renklerini öğretmeye başlarım. Sonra deniz anasını seyrederiz birlikte. O deniz anasının annesi söz konusu olunca hemen konuyu değiştirir ve “vapulun geliyor Çiğdem abla” diye yaklaşmakta olan vapuru gösterir bana…

-Vapulun geliyor Çiğdem abla…
-Beni de götürsene Vapulla…
-Şimdi olmaz Sinem’ciğim ama bir dahaki sefere söz, oldu mu..

Keşke onu bir kez vapura bindirmiş olsaydım… Bir kez olsun birlikte karşı kıyıya geçmiş olsaydık… Ne değişirdi bilmiyorum ama, sanki  birinin onun elinden tutup o vapurla karşı kıyıya geçirmesinin onun için özel bir anlamı varmış gibi gelirdi bana… Bunu için bunu yapamadım diye hep bir pişmanlık duyarım içimde… Ve de büyük bir vicdan azabı onu kurtaramadım diye.

Peki siz olsaydınız ne yapardınız, bunu samimiyetle soruyorum sizlere, başka Sinem’lerle karşılaştığımızda daha bilinçli olmak ve yardım edebilmek adına soruyorum, siz olsaydınız ne yapardınız böyle bir durumda? Lütfen yorumlarınızı yazın ve yol gösterin nice Sinem’lerle karşı karşıya olup onlara yardım etmek isteyenlere… Bu ülkede kim sahip çıkar Sinem’lere…

____________

*  Yrd Doç. Dr

 

 

1079160cookie-checkSinem’in öyküsü

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.