“…Ben, 78’liyim,ama üzerimde daha çok 68 ruhunun izleri var… Henüz tamamlanmamış bir şarkının başlangıcıdır 68… Doğaları biraz sert, biraz hırçındır ama bir kaynağın ilk duru suyudur onlar. Henüz başka sulara karışmamış, bulandırılmamış.
68 Kuşağında, kuram olarak daha çok ulusal söylemlerin etkisi görülür. Ama onlar inançlarını, bağlı oldukları değerleri hep yaşamlarının önüne koymasını bildiler. Arkadaşlığa bağlılığın insanlığın güzel geleceği için seve seve ölüme gitmenin timsali oldular. Biraz, Ernesto Che Guavera gibi, “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin / Silahlarımız elden ele / Savaş çığlıklarımız kulaktan kulağa yayılacaksa / Ve bizden sonrakiler bizim için şarkılar söyleyecekse / Ölüm hoş geldi, safa” diyen delifişek bir ruha sahip göründüler. Ama onlar, Zap Suyu üzerine kurulan köprüye sırtlarında taş taşıyacak denli özverili, yürekleri suya düşmüş bir kelebeği kurtarmak için çırpınacak denli yumuşacıktı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildiğinde Ankara Atatürk Lisesi’nin ikinci sınıfında okuyordum. Hava kapalı, kurşun gibi ağırdı. O gün okula gitmedim. Sıhhiye Orduevi’nin yanındaki küçük parka oturarak gizli gizli ağladım. Hüseyin İnan’la çocukluğumda ve sonraki yıllarda yaşadığım anılarım gözlerimin önüne geldi. İlk karşılaşmamızda daha ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. O, Kayseri Lisesi’nde öğrenciydi. Sarız’da düzenlenen bir Cumhuriyet Bayramı törenindeydik. Kaymakam’ın, Jandama komutanının önündeki kürsüde Hüseyin,bağımsızlık, ulusal kurtuluş savaşı üzerine söylev veriyordu” (1)
“…12 Mart’tan sonra, idam edildiklerinde Ankara Atatürk Lisesi’nin ikinci sınıfında okuyordum. Cumhuriyet, ellinci yılına hazırlanırken bir zamanlar kendisi için övgüler dizen gencin ve iki arkadaşının boynuna yağlı ipi geçirivermişti… O gün, hava kurşun gibi ağırdı. Okula gitmedim. Sıhhıye’de, Orduevi’nin yanındaki küçük parka oturdum, için için ağladım. Sınıf arkadaşım Mürsel Alptekin yanıma geldi,elini omuzuma koyarak beni sakinleştirmeye çalıştı. Baktı olmuyor, az ötedeki Orduevi’ni göstererek;
`Oturacak başka yer mi bulamadın be! Ağlayacaksan, git başka yerde ağla, kalk haydi!` dedi”…(2)
****
28 Şubat’la 12 Mart’ın belki de tek iyi yanı tarih olarak birbirine yakın olmalarıdır. Birincisinde söylemeye yetiştiremediğiniz şeyleri diğerinde söyleyebiliyorsunuz.Belki de kötü,bilmiyorum; ilkinde söyleyecekleriniz bitiyor, ikinciye bir şey kalmıyor..
28 Şubat, bizim “post modern” darbe ile birlikte , 20 yıl önce bir suikaste kurban giden İsveç Başbakanı Olof Palme’nin de 20.ölüm yılıydı.İki 28 Şubat arasında seçim yaparak Olof Palme’ye öncelik verdim. Palme yerine “post modern” 28 Şubat’ı seçseydim, bu hem bir demokrasi savaşçısına haksızlık olurdu, hem de bana yakışmazdı..
“Milli” 28 Şubat’ımızla ilgili yazı yayına birkaç günlük gecikerek girdi.Aslında o yazının sonuna “Düdüklü Tencere” şiirimi de eklemek istiyordum.Zaten promosyonsuz okumayan nazlı bir okur kitlemiz var,yazıyı fazla uzatarak büsbütün okunmaz hale getirmek istemedim..
Şimdi de, lafı fazla uzatmadan sadede geleyim:
Biliyorum, 12 Mart, 1971 darbesinin yıldönümü.. Ama, ben size 12 Eylül’ü anlatacağım. Üsü üste çekilmiş filmler gibi. Aslında yok birbirlerinden farkları..
12 Eylül’ün bilmem kaçıncı yılıydı.. Ankara Maltepe’de gezinirken, Anıtkabir’in yakınında, Müjde Sokağı’nın bodrum katındaki on kişi birlikte kaldığımız bekar evimizi anımsadım. O evi dışarıdan, dünya gözüyle bir kez daha görmek istedim. Öğrencilik yıllarımın acı, tatlı son beş yılı o evde geçmişti.12 Eylül sabahı radyoyu açtığımda Hasan Mutlucan’ı “Estergon Kalesi”ni söylerken ilk o evde dinlemiştim.
Evin bitişiği parktı.12 Eylül’cüler, gençler kadar kitaplara da düşmandı.Darbeden sonraki ilk gece kitaplarımızı muşambalara sararak parkın içindeki çalıların dibine gömmüştük. Ertesi gün onları iyi saklayıp saklamadığımızı kontrol etmek için gittiğimizde yerlerinde olmadıklarını görmüştük.Etrafta aranırken Yozgatlı kapıcımız Mevlut amca yanımıza gelmiş, “Ne arıyorsunuz?” diye sormuştu. “Kitap” demeye korkuyorduk, kitap bombadan daha tehlikeliydi.Bizden yanıt alamayınca, “Onları ben aldım” demişti. “Ne yaptın?” diye sormaya fırsat bırakmadan, “Onlarla çimdim!” demişti.Bizi çok seven Mevlut amca,sırf koruma güdüsüyle“Yazıktır, çocukların başları derde girmesin” diyerek kitaplarımızı banyo kazanına doldurmuş, ısıttığı su ile güzel bir banyo yapmıştı..
Bunları düşünerek parkın merdivenlerinden aşağı,eve doğru ilerlerken bir de baktım ki çocuklar, bodrum katın bitişikteki kömürlükten çıkardıkları eski bir düdüklü tencereyi aralarına almış,top gibi tekmeliyorlar..
Bodrum katındaki öğrencilik anılarım,12 Eylül, düdüklü tencere birbirine karıştı.
Bu şiir, kısmetinize o düdüklü tencereden çıktı..
DÜDÜKLÜ TENCERE
Mahalle bekçimiz gibi ne fiyakalı
Bir düdüklü tencereydin
Her yanın pırıl pırıl
Bakmaya kıyılamazdın
Kızdığında
Öfkeyle fokur fokur eder,
Hep burnundan solurdun
Sana çatal-bıçak dokundurmak kiminhaddine
Ağaç kepçeyle
Usul usul yaklaşırdık yanına
“Ne oldum” değil de,
“Ne olacağım” demeli
Tencere milleti
Evin beceriksiz hanımı
Düşürüverdi bir gün
Seni tezgahtan aşağı
Kirildi mi sapının yarısı
Tutar yerin, dalın kalmadı
O günden sonra
Bir daha da doğrultamadın belini
Gözden düştün
İtilir, kakılır
Harlı ateşlerde
Unutulur oldun
Bir gün sabrın taştı
Tepen attı
Böyle sefil yaşamaktansa,dedin
Fırlattın lastiği, kapağı tavana
Az kalsın evi havaya uçuracaktın
İşte o anda
İşin de bitikti artık
Kapağın tutmaz,
Düdüğün ötmez oldu
Evin uyuz köpeğine
Yal kabı olmak da varmış kaderde
İsli ateşlerde
Erim erim eridin,
Karardın,
Soldun,
Yüzün gözün de tanınmaz oldu
Sen, o eski sen değildin artık
Evin uyuz köpeğine
Yal kabı olmayı bile beceremedin
Forsun iyice düştü
Pulların döküldü
Düdüğün de ötmez oldu artık
Bastılar kıçına tekmeyi
Ta kömürlüğün dibinde buldun kendini
Bununla da kalsan iyi
Çocuklar bir gün oradan çıkardılar seni
Boş bir arsada,
Ayaktan ayağa,
Bir o yana,
Bir bu yana
Buna can nasıl dayana…
Daha ana sütüne doymamış
Emlik kuzuları
Cehennem ateşlerinde
Cayır cayır yandırdın
Bilmeliydin düdüklü tencere
Bilmeliydin
Eninden sonunda
Kısa çöp uzundan alır hakkını
Ağlayanın ahı
Gülene kalmaz
Beyhudenin kabı her daim boştur
Dolmaz…dolmaz
Düşman istasyonlarında ilerleyen
Zafer trenler gibi
Kimseler alamazdı önünü
Düdükler çalarak coştuğun o günler nerde
Kalmadı o eski şöhretin
Şanın
İhtişamın..
Demem o ki, düdüklü tencere
“Ne oldum”, değil
“Ne olacağım”, demeli
Tencere milleti
Sonunda madara oldun
Çoluk çocuğa…
****
(1) 68 ve 78 Ruhu,6 Eylül 2005, Açık Gazete
(2) Hüseyin İnan 28 Ekim 2005, Açık Gazete