Chou Chin She, Türkiye hakkında oldukça ilginç bir kitap yazmış. Gezdiği köylerde adını söyleyemedikleri için “çan çin çon” türünden takılmalarla karşılaşınca adını herkesin söyleyebileceği biçimde; Ayşa olarak değiştiren, neredeyse Anadolu’da dillendirilen bütün sosyal analizleri ezberleyen ve argo sözcük dağarcığı neredeyse bir Türk’e eşit olan Chou Chin She ya da nam-ı diğer Ayşa ile yeni kitabına hazırlık yaparken, yeşil çay içip, Anadolu’yu konuştuk. İşte “Türkiye’nin altı petrol doluymuş, öyle mi?” diye sorular soracak kadar bu topraklarla kaynaşan Tayvanlı bir yazarın Türkiye izlenimleri…
Türkiye izlenimlerinizi yazdığınız kitabın birinci cildine “Türkiye’de Sıcak Bir Öpücük” adını vermişsiniz. Ne anlatıyorsunuz Tayvanlılara Türkiye hakkında?
-Türkiye, çok değişik, şaşırtıcı bir ülke. Benim için gezmek bir yaşama biçimi oldu ve Anadolu coğrafyasında gördüğüm bu şaşırtıcı yaşamı Tayvanlılarla paylaştım. Yayıncım kitap dosyasını okuyunca böyle bir adı uygun bulmuş. Kitabım yayımlandıktan sonra Tayvan’da iyi bir ilgi uyandırdı. Çok sayıda insandan elektronik posta aldım; ‘kitabınızı okuduk çok ilginç bir ülke burası, bilmiyorduk’ diyorlar. Çünkü Tayvan’da Türk Büyükelçiliği yok, sadece ticari ataşelik ofisi var.
– Türkiye ile yolunuz nasıl kesişti peki?
– Tayvan’dan ilk uzak gezim Hong Kong’a olmuştu. O dönem vize vermiyorlardı bize, sadece ticari geziler için gidebiliyorduk. O gün bu gündür, yani 24 yıldır geziyorum. Türkiye’ye de
ilk kez 1994 yılında gelmiştim. O dönemde antik, tarihi yerler çok ilgimi çekiyordu. Herkes bu konuda ısrarla Yunanistan’ı öneriyordu. Bir turist grubuyla Yunanistan’a gelmiştim. Sonra Türkiye ile ilgili garip bir merak oluştu bende. Samos’tan Kuşadası’na geldim. Bir rehber kitabı aldım, Anadolu’yu gezdim. Çok etkileyici bir deneyimdi bu benim için. Sonra ülkeme döndüğümde, 1995 yılıydı, işi bıraktım ve artık hep gezmeye karar verdim.
– Nasıl bir işiniz vardı?
– Tayvan’da büyük bir ticaret ofisinde çalışıyor, iyi bir gelir elde ediyordum. Ama bir hafta boyunca düşündüm, “nasıl bir hayat istiyorum” diye. Sonra kakarımı verdim ve yeniden Türkiye’ye geldim. Çanakkale’yi, Edirne’yi; neredeyse bütün batı Anadolu’yu gezdim. Sonra Karadeniz, Doğu Anadolu; bütün ülkeyi gezdim.
– İngilizce’ye çevrildi mi kitabınız, ya da bunu düşünüyor musunuz?
– Hayır. Sadece Çin’ce yayımlandı. İngilizce’ye çevirmeyi düşünmüyorum da. Benim için tercüme çok önemli bir konu. Tercüme edildiğinde anlatmak istediğiniz duygu tam aktarılmayabiliyor. Benim için kitabın çok satılması, çok sayıda insana ulaşmasından çok bu duygunun paylaşılması daha önemli. Ben gazeteci değilim, yazmak bana zor geliyor. Size bir şey anlatayım; bu kitabı üç ay gibi bir zamanda yazdım. Aldığım notlar, fotoğraflar vardı. Ama bu üç aylık zamanda bir sabah aynaya baktım ki; aaa! Saçımda aklar var. Yani yazmak çok zor yaa! Gezmek ve konuşmak daha iyi benim için.
– Peki turiste, gezgine pek alışık olmayan bölgelerde insanlarla iletişimin nasıldı, seni nasıl karşılıyorlardı?
– Anadolu insanı çok cana yakın. Mesela ben Amasya’da evlerde kaldım, bir misafir gibi. Yemekler yedik, sohbetler ettik. Çok arkadaş canlısı bir coğrafya burası. Her yerleşimin ayrı bir tarihi, kültürel derinliği var. Hiçbir yer diğerinin aynısı değil. Türkiye’yi, Akdeniz’i sadece plaj, kum gibi düşünenler bence çok yanlış yapıyorlar. Burada müthiş bir tarih var yaa! Dünyanın en zengin coğrafyası bence, bunu görmüyorlar.
– Anadolu’daki düşünüş, felsefe hiç ilginizi çekti mi peki?
– Ben bu konuda karşılıklı anlayışa inanıyorum. Anadolu, düşünüş, inanç açısından çok zengin. Fakat inanışlar iyi olsa da insanlar yanlış olabiliyor. Her yerde bir aynılaşma göze çarpıyor. Yani özelliğini yitiriyorlar. Bence mentalite inançtan daha önemli. Bir de şunu söylemek isterim; ben dini özelliği olan yerleri de ziyaret ettim. Ama bir şeye çok sinirleniyorum; Avrupalılar geldikleri zaman bu ülkenin dini değerlerine yeterince saygılı davranmıyorlar.
– Biraz da yeni kitap hakkında konuşalım isterseniz. Nasıl bir kitap hazırlıyorsunuz?
– Aslında ben turistik bir kitap yazmıyorum. Yani ticari bir amaçla yazmıyorum. Çünkü bu konuda özensiz ve baştan savma çalışmalar dolu her yerde. Bir de sadece içimden geldiği gibi, deneyimlerimi, insan öykülerini aktarmaya çalışıyorum. Tayvan’dan buraya sanıyorum her yıl on bine yakın turist geliyor. Ama dediğim gibi ben burada bütün güzellikleri anlatıp herkesin gelmesini, bu güzellikler bozulmasını istemiyorum. Yeni kitapta da ilginç insan portreleri olacak. Biliyorsun her kitap sayfası bir ağaç demek bunun için bu kesilen ağaçlara değecek bir şeyler yazmak istiyorum. Büyük kentler, ezberlenmiş yerleri herkes yazdı. Tam bir turistik furya var bu konuda. Yeni kitabımın gelirini de Van kedilerinin yetiştirildiği merkeze bağışlayacağım. Çünkü çok güzeller yaa!
– Türkiye’nin bürokrasisi ünlüdür. Başınıza böyle bürokratik kazalar geldi mi?
– Ben sekiz yıl önce Mardin’e gitmiştim. O zaman yollar, sokaklar çok kötüydü. Çocuklar sokaklarda… Geçen yıl yine gittim ama bu kez daha derli toplu buldum Mardin’i. Sokakları daha düzenli, çocuklar eğitim alıyorlar. Yani yönetim çok önemli. Belediyeler, valiler. Ama bir çok yerin belediyesi çok tembel yaa!
– Böyle birkaç belediye sayar mısınız; tembel olan yani?
– Bazı tarihi kentlerde gördüğüm çöp yığınları beni çok sinirlendiriyor. Gece bakıyorsunuz, Paris gibi, ışıl ışıl kentler; gündüz gördüğünüzde çok farklı, her yer çöp yığını. Bu çok kötü. Bir gün Safranbolu belediyesine gittim, yakındaki ‘Yörük köylerinden birine nasıl gidebilirim, dolmuş durağı nerede?’ diye sordum; cevap yok. Oysa öğrendim ki dolmuş durağı belediyenin hemen yanında. Neden bilmiyorlar bunu. Çünkü Tembel yaa. Çünkü Safranbolu artık çok bilinen bir yer olmuş, çok turist geliyor, şımarmışlar. Bu yüzden ilgilenmiyorlar. Böyle çok tembel belediye biliyorum ama hepsini burada söylemeyeyim. Ama en beğendiğim yer Kastamonu’da bir yayla kasabası olan Pınarbaşı oldu. Belediye başkanı çok sıcak, cana yakın ve enerjik bir insan. Ben ünlü bir insan değilim ama çok ilgilendiler. Yayla’da butik bir otel yapmışlar, belediye işletiyor. Çok çalışkan insanlar. Bir de Sandıklı belediyesini çok iyi buldum. Termal kaplıcaları çok iyi. Yemekler, fiyatlar çok iyi.
– Siz Türkiye’nin etnografik ve coğrafi özelliklerine bayıldığınızı söylüyorsunuz. Ama bir taraftan da -belki bütün dünyada böyle- hızla modernleşme yönünde çabalar var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Mesela Taipei çok modern bir kent ama ruhsuz bir kent. Özgün kimliği bu modernliğin içinde kayboluyor. Buna katılıyor musunuz?
– Evet Taipei çok modern ama pahalı. Yaşamın çok zor olduğu bir kent. Restorasyon, mimari pahalı. Bunu Türkiye için de söylemek mümkün. Ama şimdilerde çok iyi restorasyon çalışmalarına tanık oluyorum. Amasya, Kemaliye, Dalyan; bu ülkenin her bir kenti kendine özgü özellikler barındırıyor. Mesela Kemaliye coğrafya olarak ülkede birinci bana göre. Ama o evlerin çatılarındaki sac örtüler çok kötü, bu güzelliği bozuyor. Çünkü insanlar yağmurdan, kardan soğuktan korunmak için böyle bir yöntem bulmuşlar ama bu güzelliği, mimariyi koruyacak yatırımlar yapmalı Türk devleti. Doğa, tarih her yerde var. Ama insanlar çok önemli. Mesela ben Yunanistan’a bir daha gitmedim çünkü insanlar aynı değil. Anadolu’da gördüğüm tarih, doğa bana yeter. Ama insanları için tekrar tekrar geliyorum.
– Türkiye’nin güzel taraflarından çok söz ediyorsunuz, hiç kötü tarafları yok mu?
– Ben her konuda çok şanslıyım. Bunun için hep güzelliklerle karşılaşıyorum. Ama bazı üzüldüğüm durumlar da yok değil. Bazı köyleri gezerken yoksul insanlar görünce çok üzülüyorum. Dünyanın her yerinde çok yoksulluk var. Ama bu zenginler cehenneme gidecek yaa! Türkiye’yi hep yanlış anlatıyorlar. Mesela hep elma çayı içiliyormuş gibi yansıtıyorlar. Bu çok komik, sadece turistik bir imaj. Hamamlara kadın erkek birlikte giriyor diye yazıyorlar. Bunlar da olumsuz yönleri ama Türkiye’de her yer kendine göre güzel.
– Sözü yine güzelliğe bağladınız..
– Benim bu ülkeyi gezmeye ömrüm yetmez yaa. 82 kent mi vardı? Daha çok yer var görmem gereken. Mesela Anamur’daki Kızkalesi’ni henüz görmedim.
DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER:
– Kavakçı: Başörtü, dini bir mesele
– Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
– ‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
– ‘Beni en çok korkutan: Google’
– ‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
– O bir ‘peynir avcısı’
– ‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
– Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova…
– Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
– 12 Eylül iddianamesine ne oldu?
– Akın Birdal: Evren yargılanmalı!
– Hitler ile söyleşi…
– ‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
– ‘Türk solu titreyip kendine gelmeli’
– ‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
– ‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
– ABD işdünyasında çöküş
– ‘ABD Anayasası Patara’dan’
– Çocuklar öldürülmesin!
‘- ‘Bir Gün Mutlaka’
– ‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
– Kaş’taki gözyaşı
– ‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
– Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
– Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
– Devrim Bize Yakışırdı!
– G-8 protestosundan gözlemler…
-Başkaların hayalleri…
– Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
– Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
– Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
– Fokları, katliamdan kurtaralım!
– Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
-Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
– Çocuk işçiler
– İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
– Faşizm neden Almanya’da kök saldı?
– Demirel davasında tekelci medya da suçludur