Önce bir haberi okuyarak başlayalım. Turizm sezonu hazırlıklarının sürdürüldüğü günlerde, geçtiğimiz Mart ayında Zaman Gazetesi’nde yayınlanan haberin ayrıntıları oldukça ilginç: “Antaya’nın Manavgat ilçesinde, otobüs ve minibüslerde arabesk çalınması yasaklandı. Minibüsçüler, 20 Nisan’dan itibaren Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay yerine; Kitaro, Mozart, Beethoven çalacak. Daha önce balkonlarda çamaşır asılmasının da yasaklandığı Manavgat’ta şimdi de gürültü kirliliği için tedbirler alınıyor…”
Manavgat Şoförler Odası ve minibüsçüler kooperatiflerin gelen turistlerin ülkelerinin gürültü kirliliğine maruz kalmamaları için hangi tür müziklerin çalınabileceğine dair oldukça detaylı bir liste hazırlamış. “ Kitaro, Mozart, Beethoven’in operaya uyarlanan eserleri ile Anadolu Esintileri, Yedi Karanfil Serisi, Ne ağlarsın Zülfü Siyahım, Sarı Zeybek, bağlama resitalleri, Fazıl Say’ın piyano konserleri, Barış Manço’nun Dağlar Dağlar, Gülpembe, Cahit Berkay’ın Selvi Boylum Al Yazmalım, Dila Hanım ve Toprak Ana ile enstrümantal film müziklerinden” oluşan liste ikinci bir emre kadar uygulamaya konulmuş.
Manavgat Şoförler Odası Başkan Vekili Galip Özden de konuyla ilgili yüksek bir açıklama yapmış: “ turist taşıyan otobüs ve minibüsçüler de Beethoven’in, Mozart’ın Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni, Cosi fan tute, Sihirli Fülüt ve Singspriel parçaları çalacak.” Side Taksiciler Kooperatifi Başkanı Gani Küçük ise uygulamanın hayata geçirilmesiyle birlikte ilçede müzik kalitesinin artacağına inandığını açıklamış. Manavgat Şoförler Odası ayrıca, kliması bulunmayan minibüs ve otobüs sahiplerini uyararak, şoförlere ter kokularını gidermek için yanlarında sürekli parfüm ya da deodorant bulundurmalarını salık vermiş. Manavgat kaymakamı K. Fikret Dayıoğlu ise “ sezon öncesi turizmin imajını bozacak hiçbir girişime geçit vermeyeceklerini ” söyleyerek. turizm şehrinde sezon öncesi görüntü ve ses kirliliğinin önüne geçeceğiz. Turistleri rahatsız edecek şarkıların yüksek sesle çalınmasına izin verilmeyecek” diye buyurmuş.
Ayrıntıları uzattık ama bir durumu kavramak için, turizmin oluşturduğu sosyal dilin satır aralarını iyi okumak gerekiyor. Jigololuk yapan Türk gencinin, 70 yaşındaki Amerikalı kadınla kurduğu ilişkide, para konusunda anlaşamayınca kadının kendisine tecavüz ettiği gerekçesiyle açtığı davaya, “ben jigoloyum” diyerek yetmişlik turistlerle çekilmiş fotoğraflarını mahkemeye delil olarak sunmasını, görece daha az turistik ilçelerde yaşanan her durumun, “turistlerin yoğun ilgisini çekiyor” gibi bir yanılsamayla sunulmasını, turistler için neyin ilginç neyin sıradan olduğunun birbirine karıştırılarak onlarca “turizm efsanesi” yaratıldığını da şimdilik bir kenara koyalım.
Antalya ve ilçelerinde ekonomik ve sosyal yaşamın neredeyse tek belirleyicisi olan turizm ve “ buna turistler ne der, Avrupa’ya rezil olacağız!” anlayışı, kentin-bölgenin gündelik yaşamını da belirleyen bir göstergeye dönüştü. Hatırlayalım; kırmızı nokta tartışması, gürültü/ trafik tartışmaları, peyzaj, kentsel dönüşüm, tarihi doku, çevre, kirlilik, kültür –sanat…
Bütün tartışmaların odağındaki en önemli belirleyen, “ turistlerin ne tepki vereceği” konusu.
Yerel medyanın kurduğu haber/ yorum dilinin satır aralarında, Oryantalist bir bakışın, kompleksli bir sızlanmanın ve kimliğini, kültürünü “ötekine” şikayet eden bir mızmızlanmanın kendi insanını hizaya davet eden yavan tadı göze çarpıyor. Birkaç sahici kalemi bu genellemenin dışında tutalım. Bir çoğu böyle.
Bir kentin kimliğini oluşturan bütün değerlerin/ ölçütlerin turizmin belirleyiciliğine bırakılması, hayatın böyle tanzim edilmesi; olsa olsa halihazırda yakalanan turizm potansiyelinin de eriyip gitmesine neden olur. Kentte yaşayan insanların kendilerini bu kültürün bir parçası yapamaması, ancak o kentin kendini boğmasıyla açıklanabilir.
Dünyanın hiçbir kenti, kendi birikimini, insanını, tarihi ve kültürel dokusunu dışlayarak turizmle sınıf atlamamıştır. Paris, Venedik, Prag, Londra, Madrid… Hiçbir kentin baskın renkleri, dışarıdan gelen başka renklerin kendisini belirlemesine göz yummamıştır. Böyle bir örnek yok! Bu kentlere gidilir, yaşanır ve susulur. Bir de Doğu’nun ve genel olarak azgelişmiş ülkelerin son yirmi yılda yarattığı turizm algısı vardır. Kahire, Sharm-El Sheyk, Dubai, Marakeş, Kazablanka, Banghok, Bodrum, Antalya… Bu kentlere de gidilir, sadece şikayet edilir. Bu yüzden Kahire’de, Rio’da, Afrika’da ve Katmandu’da; mezar evlerde günlerce sefaletin cinnetiyle kucak kucağa yaşayanlarla, Sharm- El Sheyk ya da Mexico City’de ayda yüz dolar karşılığında başka bir sefaletle yanak yanağa yaşayanları ayıran sınır, sadece on beş dakikalık bir zaman diliminde aşılır. Yoksulluktan, “yoksunluğa” geçiş, dünyanın hiçbir sektöründe bu kadar hızlı yaşanmaz. Bu nedenle üçüncü dünyadan dönen tatilciler, bölgenin gerçeğinden yalıtılmış simülatörlerin dışındaki hayattan nefret ederek bitirirler tatil anılarını. Afrika’nın kederli toprağının üstünde; Batılı eğitim görmüş doktor, avukat ya da üniversite öğrencileri, gençler ve kadınların ek iş olarak atalarının yaşamlarının canlandırıldığı “turistik” köy simülatörlerinde, Batılı turistlerin kendini güvende hissetmeleri aşkına, kendi hayatlarını “oynadıkları” söylenir.
Şimdi oynamak yetmiyor. Aynılaşmak, erimek gerekiyor. Turizm tanrısı böyle istiyor. Yeryüzünün tamamı turistik olana kadar…
Soğuk savaş döneminde iki kutbu belirleyen göstergeler sanıldığı gibi sadece yıldız savaşları projesi ve nükleer başlıklardan ibaret değildi. Liberalizmin belirlediği başka göstergeler de vardı. Turist olarak rahatça gidilen ülkeler ve diplomat olarak “rahatsız” şekilde gidilen ülkeler. NATO ülkeleri birbirlerine “turist” olarak rahat gidiyordu. VARŞOVA PAKTI ve BAĞLANTISIZLARA ise, diplomat, casus ya da rahatsız olarak. Soğuk savaş bitti. Sıcak suların savaşı başladı. Kızgın kumların, güneşin ve yanık tenlerin savaşı. Dünyanın siyasi olarak “Batı dışı” kabul ettiği bütün topraklarda; sıcak suların, güneşin, palmiyelerin ve Keşifler Çağı’ndan beri Batılı ayaklarca çiğnenmemiş altın sarısı bütün kumsallarında hızlı bir dönüşüm başladı. İnsan ya da toprak. Hepsi içine girdiği bu dönüşüm kazanında aynı sıvıda eriyordu.
Başlangıçta insanlığın en eski iletişim aracı olan beden diliyle girilip çıkıldı. Pasaportlu ya da kimliksiz olarak. Paulus’da Roma’ya girerken turistti, çıktığındaysa adının başına “Aziz” kelimesi eklenmişti. Aynı Roma tarafından. Paulus’a ‘ resmi olarak’ ilk biat edenler, Roma’nın bürokratlarıydı. Turizme ilk “biat” edenler ise Batı dışı toprakların, yaşamları boyunca erişemeyecekleri bir medeniyetin kötü birer kopyacısı olan özentili yarı aydınlarıyla, küçük yatırımcılar ve memleketi turizme kazandırmaya hevesli bürokratları oldu. Dünyanın her yerinde… Kendi kültürlerinin Batılı gözlerde yarattığı şaşkınlıkla, bu kültürü görmeye gelenlerin cüzdanlarında bıraktığı şişkinlik arasında gelip giden ruh halleriyle, ilköğretim ders kitaplarından anımsadığımız o ünlü “ Su akar iz bırakır, turist döviz bırakır ” cümlelerinin ilk vaazcıları oldular.
İdeoloji çağı çoktan bitmişti. Yeni dönemin “izm” i, ideolojisi; turizm adında altı harflik bir kelimeden oluşuyordu. İslamcı, Marksist, Türkçü ya da Liberal; hemen herkesin adının sonuna ekleyebileceği yeni bir izm’i vardı. Ve hepsi Tur(izm)ciydi artık. Bu yeni ideolojinin en çok taraftar bulduğu kent Antalya oldu.
En çok taraf olanlar, kentlerdeki siyasi savrulmaların hırpaladığı gardroplarını boşaltarak geçmişle hesaplaşma derdi olanlarla, köylerdeki heybelerini atıp gardroplarını doldurarak geleceğe savrulanlardı. Antalya’nın kızgın güneşinin altında iki ayrı ucun ter ve para kokan patolojik buluşması yaşanıyordu. Para da, ter de; turizm dininin varaklı tapınaklarına yapıştırılan altın yaldızlardı. Tapınağı yaldızlayanların kendi hayatlarının bir önemi yoktu. Kendileri de turist olana kadar.
Bu yüzden Antalya, turizmin başkenti, kendinin Afrika’sıydı.