Ulusal egemenlikten hukuksal egemenliğe…

“Egemenlik Ulusundur” demişti burjuva ve ulus derken halkı kastetmişti, yani “halk egemenliği” temelinde kurulmuştu burjuva ulus-devletleri…

Çünkü tanrı egemen sistemde sıkı bir sınıf hiyerarşisi bulunuyordu ve bu hiyerarşide burjuvalar, alt sınıf olan halkın içinde yer alıyordu. Üstelik tanrısal düzen olarak görülen bu hiyerarşi değişmez kabul ediliyordu…

Ortaçağ inanışına göre tanrının uygun gördüğü bu düzeni bozmaya kimsenin gücü yetmezdi. Bu düzende herkes kendi yerini bilecek, alt sınıflar üst sınıflara hizmet ettikleri ölçüde tanrı katında değer görecekti.

Onlar bu dünyada kötü yaşayacaklardı belki ama öbür dünyada, krala ve efendilerine yaptıkları hizmet ve itaat ölçüsünde ödüllendirileceklerdi.

Cennet kralın ve efendilerin ayakları altındaydı yani…

Sistemini aklın üstünlüğüne dayandıran ve toplumu akıllı bireylerin oluşturduğu bir temele oturtturan burjuva, palazlanır palazlanmaz dinin toplum üzerindeki bu hakimiyetini kendi hakimiyeti önünde en büyük  engel olarak görmüş ve esas olarak kiliseyi ve tanrı egemen sistemi çökertmeyi hedef almıştır…

Kilisenin insanlara öbür dünyadan cennet tapuları satacak kadar çığırdan çıkması yanı sıra matbaanın icadının kitapları kolayca kitlelere ulaşacak hale getirmesi ve halkın aydınlanmaya başlaması, kilisenin kurduğu hiyerarşik katı düzenin  sorgulanması sonucunu yaratmış, böylece burjuva sınıfı ekonomik üstünlüğünü de kullanarak tanrı egemen sistemden halk egemen sisteme geçişi başarıyla gerçekleştirmiştir.

Eski sisteme göre bu ilerici bir harekettir ve devrimdir. Burjuva sınıfı da devrimcidir doğal olarak…

Halk, yani burjuva artık onlar için gerçek yaşamın öbür dünyada olduğu ve bu yaşamı hak etmenin de efendilerine hizmetten geçtiği safsatasına inanmamaktadır ve  kendi iktidarını bu dünyada istemektedir…

“Halk egemenliği” ne dayalı  burjuva  kapitalist sisteminin kısa hikayesidir bu…

Eski sistemde  halk olarak asillerin hizmetinde bulunan burjuva, yeni sistemde kendi düzenini kurduğuna göre kul değil tabii ki efendi olacaktır artık ve egemenliği halka, yani  kendisine dayandıracaktır.

Burjuvanın kapitalist sistemi güçlendirmek ve kurmak istediği merkezi devletleri biçimlendirecek yeni bir birlik düşüncesine ihtiyacı vardır ki  o da dağınık yerel yönetimler ve halkları bir arada tutmak için kullanacağı yeni bir bilinç, yani milliyetçilik olacaktır.

Kısacası, feodal sistemde dinin yerine getirdiği tutkal işlevini kapitalist sistemde, halkları kader birliği yapmaya itecek ve beraber yaşama isteği oluşturacak yeni bir bağ olan milliyetçilik görecektir…

Kapitalist burjuva devletleri bu temel üzerinde oturtulmuş merkezi ulus-devletler olacaktır…

Ulus-devletler, birtakım ortak değerleri olan ve ulusal amaç temelinde birleşen halkları olan devletlerdi. Toplum, devletin eğitim yoluyla da yaydığı ulusal ideolojiyi benimsemek ve bu yönde  oluşturulan ortak amaç uğruna birleşmek durumundaydı.

Bu ideoloji veya inanç sistemine karşı her türlü hareket ve başkaldırı isyan olarak algılanır ve ulus devleti yok edecek bir tehdit unsuru sayılırdı.

Bu yüzden ulus devletin kuralları çok katıydı ve ancak itaatkar bireyler tarafından ayakta tutulabilirdi… Sistemi sorgulamak, alternatif  yaşamlar aramak, yeni arayışlarda bulunmak sisteme yönelik bir tehditti ve derhal engellenmeliydi…

Bu yüzden ulus-devletlerin elinde toplumu sürekli hizaya getirecek bir  de sopası bulunurdu…

Sopayı elinde tutanlar, “ya bizim sizin için doğru olarak gösterdiklerimize inanacaksınız, ki bunlar zaten evrensel doğrulardır, çünkü akıl yoluyla ulaşılmıştır bu doğrulara ve bilim de bunları desteklemektedir; ya da evrensel olana, aklın uygun bulduğu en iyi sisteme karşı çıktığınız ve toplumun aleyhine davrandığınız için sopayı yiyeceksiniz” diyorlardı.

Şiddet ve cezalandırmanın derecesi algılanan tehdidin büyüklüğüne göre değişirdi. Sistem gerçekten ciddi anlamda  tehlikedeyse, cezalandırma ve şiddet derecesi en yüksek seviyeye çıkarılır, iş öldürme ve yok etme operasyonlarına kadar varırdı. Ama ortada ciddi bir tehdit yoksa, düzene karşı çıkan kişiler bir süre mahkum edilerek islah edilmeye çalışılır, sonunda da “düzen karşıtı” ya da “devlet düşmanı” ilan edilerek toplum dışına itilmek suretiyle yaşamalarına izin verilirdi.

Gelelim günümüz post-modern toplumuna… Post-modern diyorum, çünkü kapitalist sistem ve demokratik ulus-devletler modernleşmenin birer unsurlarıydı ve modernleşmek, çağdaşlaşmak isteyen toplumlara, en uygun toplum modeli ve evrensel proje olarak bunların uygulanması dayatılmaktaydı.

Modernliğin ve çağdaşlığın ölçüsü bu kriterlere uyumla eşdeğer görülmekteydi….

Fukuyama’nın “tarihin sonu” anlayışı tam da bu zemin üzerine oturmaktaydı; yani tarih gelebileceği en iyi noktaya gelmişti, insanlık kendisi için en iyi, en güzel, en refah sistemi bulmuştu. En güçlü rakibi sosyalizm de çöktüğüne göre kapitalizme başka rakipler aramak gereksizdi. İnsanlığın bulduğu ve bulabileceği en iyi sistem kapitalist sistemdi…

Ama post-modern toplum kendisine biçilen bu tek tip kıyafeti üzerine bir türlü oturtamıyordu… Çünkü post-modern topluma göre tek doğru tek gerçek diye bir şey yoktu. Her toplumun, hatta her bireyin kendi doğruları olabilirdi ve bu doğruları yaşamakta, hayata geçirmekte, toplumlar, bireyler özgür olmalıydı…

Artık ulusal kimlik altında insanların renklerinin, kültürlerinin, etnik dillerinin ve özelliklerinin bir potada eritilmesine karşı çıkıyordu insanlık. Herkes kendisi olmak kendi gerçeği peşinde koşmak ve bunu yapabilmenin özgürlüğünü tatmak istiyordu.

Onları koruyan, sahiplenen, onlar adına doğruları söyleyen bir otorite değil, hak, hukuk istiyordu. Anayasal haklarının hukukla korunduğu, her türlü var olma biçimi ve bireysel ifade tarzlarının yaşam hakkına kavuşturulduğu yeni bir anlayış, yeni bir evrensel bakış  istiyordu insanlık…

Birey her şeyin üstünde olmalıydı. Devlet için halk değil, birey için devlet olmalıydı. Halk egemen ya da ulus egemen devletler değil, bireyin özgürlüğünün ve istemlerinin  her şeyin üstünde tutulduğu, hak ve hukuk egemen sistemler bulunmalıydı artık.

Bunun içindir ki günümüzde en çok benimsenen değer “ifade özgürlüğü ve hukuk devleti” anlayışıdır…

Ulus-devlet kendisini en çok tehlikede hissettiği bir döneme girmiştir artık. Milliyetçi hareketlerin ve ulusal söylemlerin günümüzde bu kadar yoğunlaşması bir yeniden uyanış değil aksine kaçınılmaz sona karşı son bir direniştir…

Feodal sistemin yıkılışında da öyle olmamış mıdır?. Eski sistemin savunucuları son bir hamleyle yükselen milliyetçi hareketlere ve  kapitalizmin tüm dünyada hakim olmasına karşı, 1815 Viyana Kongresi ile yeni bir direniş cephesi oluşturmuşlar ve “Kutsal İttifak”ı kurmuşlardır.

Sistem bir süre daha kendini koruyabilmiştir ama bu kaçınılmaz sonu engelleyememiştir.

Bununla birlikte eski sistemden yeni sisteme geçiş ve ulus devletlerin tüm dünyaya hakim olması hiç de kolay olmamıştır. İnsanlık bunun bedelini, iki dünya savaşı ve ölen milyonlarca masum insanın hayatıyla ödemiştir.

Dünyanın en vahşi ve kitlesel imha hareketleri (Hitler’in Yahudileri yok etme teşebbüsü ve Amerika’nın Hiroşima’ya atom bombası atması) bu dönemde gerçekleşmiştir.

Eski kalesini öyle kolay terk etmemiştir. Direniş kanlı ve acımasız olmuştur.

Eski sistem çökerken en keskin dişini ve en sivri tırnaklarını çıkararak gücünün son damlasına kadar savaşmıştır.

Tarihte geçiş dönemleri en kötü ve en  karanlık dönemlerdir bu yüzden.

Bugün kapitalizm karşıtı hareket her geçen gün büyüyor, gelişiyor. Üstelik yerine koyacağı alternatifi tam olarak bilmeden, görmeden büyüyor bu hareket.

Ama tarih yaşanırken yaşanılanın nereye gideceği genellikle  bilinmez zaten, daha sonra bilim insanları ve tarihçiler adını verir sistemlere ve bu şekilde tarih yazılır…

Bunun için yaşanan olaylara olgu, bunların soyutlanıp isimlendirilebilir hale getirilmesine de kavram diyoruz. Kavramsallaştırma sonucu teoriler, doktrinler, sistemler, ideolojiler ortaya çıkmakta değil midir genelde.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; bugün kapitalist sistem en azgın dişi ve en sivri tırnakları ile sahnededir. Milliyetçi unsurlar, farklı kimlikler ve yaşayış biçimlerine en acımasız saldırılarını gerçekleştirmektedirler günümüzde. Bunun için hukuk arayan, adalet arayan sesler her geçen gün yükselmektedir.

Bu kapitalist vahşet ve dünyayı yok ediş hareketine karşı, başkalarına, öteki olana yaşama hakkı veren bir hukuk sisteminin arayışındadır insanlık. Önlerini gördüklerinde daha çoğunu isteyeceklerdir belki ama şu anda tek istedikleri var oluşlarının hukuksal olarak korunduğu adil bir sistemdir…

Evet günümüz ulusal egemenliği savunanların en güçlü silahlarla en güçlü direnişlerini yaşadığı bir tarih yazılmaktadır bugün, ama insanlığın geleceği ve iyiliği hiç şüphesiz hukuksal egemenliğe dayalı, anayasal vatandaşlık temelinde her bireyin kimliğini özgürce ifade edebileceği çok kültürlü sistemlerde yatmaktadır…

Bu kaçınılmazdır… Akan nehir durdurulamaz ve yoluna devam eder mutlaka…
     

*Yrd.Doç.Dr. İ.Ü. İktisat Fakültesi

 

1079380cookie-checkUlusal egemenlikten hukuksal egemenliğe…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.