“Vermeme olanak yok bana verdiklerini / Ama ayrılırken bir hesaplaşma da gerekli / Geçmiş bunca güzellikten bir anı olarak / Ben seni alayım istersen sen de beni…”
(Onat Kutlar)
Sagalassos, Hoyran, Seleukeia, Anavarza, Eflatunpınar, Nar, İvriz, Derebucak, Dontköy… Adları kimine yabancı gelen bu yerleşimler, Anadolu uygarlığının eskiyle yeninin iç içe geçtiği masalsı kasabaları, kentleri. Kiminin üzerinde binlerce yıldır süregelen bir yaşam var. Kimisi çoktan terkedilmiş ve bugün birer antik kent kimliğiyle yeniden keşfedilmeyi bekliyor…
Bodrum, Alanya, Kaş, Kemer, Behramkale, Safranbolu, Ürgüp, Çeşme, Seferihisar, Datça. Ve adını sayamayacağımız yüzlerce masalsı kasaba…
Onlar son otuz-kırk yılda keşfedildiler ve adına turizm denilen devasa eritme potasındaki yerlerini aldılar. Eritildiler.
Anadolu, bir uçtan diğerine toprak, taş ve ahşaptan inşa edilmiş inanılmaz bir uygarlığın adıydı. Artvin’den Muğla’ya, Edirne’den Ardahan’a her adımda eşi benzeri olmayan bir üretim ve yaşama çeşitliliğine sahip olan bu topraklar, yeryüzünde kendi kendine yetebilmenin modelini üreten yegane coğrafya parçasıydı.
Bu yüzden, Anadolu tarihin hiç bir döneminde teslim olmadı!
Kadim uygarlıklardan bu yana Anadolu’lu yurttaşlarımız ve bizler, bu coğrafyanın bize verdikleriyle gözü gönlü tok, hatta zaman zaman bunun şımarıklığıyla yaşamış insanlar olduk. Yaşamı boyunca genlerinde taşıdığı bu mirasla övünen insanların coğrafyası, son otuz yıldır miskinliğin adeta bulaşıcı virüs gibi hızla yayıldığı bir ülke oldu.
Önce, binlerce yıldır kendi kendine yeten üretim-tüketim-kültür ilişkisi çözüldü. Yerine beklentilerle törpülenen, gelişme ve kalkınma söylemiyle beslenen ve giderek kendi mecrasından uzaklaşan bağımlı bir yaşam modeli konuldu.
Bu modelin en merkezine de turizm yerleştirildi…
Turizm, tartışmasız ülkenin lokomotif kalkınma sektörüydü. Turizm, adeta eleştirilemez, tanrısal bir dönüşümün adıydı. ‘Turizmci’ kelimesinin yarattığı etki, keşifler çağının kaşiflerinin yarattığı etkiyle boy ölçüsür hale gelmişti. Bir beldenin, bir doğa parçasının, bir ağacın, taşın değeri; ancak turizmin hizmetine sunulabilmesiyle ölçülüyordu.
Bir ‘şey’ ‘turistik’ değilse, bir değeri yoktu! Önce tasarlanmış bir beğeni yaratılıyor, ardından da insan ya da nesne, her şey bu beğeni modelinin çerçevesini çizdiği pazarda görücüye çıkıyordu.
Gelişme, yaşam kalitesi ve uygarlık ölçüsü; ‘turistik’ olanla ‘turistik’ olmaya aday olan arasındaki uzaklığa göre belirleniyordu.
Bakın bu sayacağımız bir kaç örnek, son bir iki yılda ‘turistik’ olmaya aday olan bazı alanlar: Diyadin Kapılıcalarını turizme kazandırma çalışmaları,
Van Gölü’ndeki adaları turizme kazandırma çalışmaları,
Malazgirt Muharebesinin yönetildiği Ziyaret Tepesi’ni turizme kazandırma çalışmaları,
Akalan Şelalalerini turizme kazandırma çalışmaları,
Karadeniz’i turizme kazandırma çalışmaları,
Ordu’da tarihi mekanları turizme kazandırma çalışmaları,
Tirebolu Bedreme Kalesi turizme kazandırma çalışmaları,
Yarapsan Çamurunu turizme kazandırma çalışmaları,
Hasanlar Baraj Gölü’nü turizme kazandırma çalışmaları,
Cilo Dağı Sat Gölleri’ni turizme kazandırma çalışmaları,
Rize’deki mağaranın turizme kazandırılması çalışmaları,
Muş Varto’da Hamurpet Gölü’nü turizme kazandırma çalışmaları,
Rus Çarı’nın Kars’taki av köşkünü turizme kazandırma çalışmaları,
Antalya Gazipaşa’daki Yalan Dünya Mağarası’nın turizme kazandırma çalışmaları…
Turizme kazandırılması gereken alanların başında mağaralar bulunuyor. Aydın Valisi’nin bir kaç yıl önce elinde fenerle girdiği mağarayı turizme kazandıracağım derken mağarada kaybolması halen akıllardadır.
Başka kentlerin başka yöneticileri de öyle…
Turizm vizyonu olan yöneticiler, atom mühendisleriyle eş değer tutuluyor. Her yıl metropollerde ve dünya başkentlerinde düzenlenen dev turizm fuarlarında sepete konularak görücüye çıkarılan değerler, giderek görünür olmanın yokolmaya dönüştüğü bu pazarda iştahlı alıcılarını bekliyor.
Bu doymak bilmeyen ve dipsiz kuyuyu andıran iştah, son otuz yılda biblo gibi bir çok kenti yuttu! Bu bir çok kentin içinde hangilerinin olduğu herkese göre değişir ancak; yeme içme birikiminden, gündelik yaşam alışkanlıklarına kadar dünyanın en rafine kültürü artık yok!
İki yüz çeşit peynir, yüz çeşit çorba, bin çeşit ekmek artık yok! Tablo gibi köyler, zümrüt ormanlar, şiir gibi ırmaklar artık yok.
Yılda 5 yüz bin ton kerevit veren Eğirdir Gölü artık yok!
Yüzlerce kasabada muhasebeci bürolarında, küçük taşra derneklerinde, yetkili, yetkisiz idareci ofislerinde akıllara zarar turizme açılma projeleri konuşuluyor. Yüz yıllar sonra bu topraklarda arkeolojik kazı yapılsa en çok turizm broşürleri çıkacak.
Her köşe başında elinize tutuşturulan küçük, dilsiz taklidi yapan dilencilerin pusulaları gibi tanıtım broşürleri…
Toplumsal bir delilik gibi hızla genişleyen ve çemberin dışına çıkana yaşam şansı tanımayan bir çılgınlar karnavalı.
İşte on gün sonra yeniden başlayacaklar, Turizm Haftası adıyla akılllara zarar protokol kazalarına neden olacaklar.
Kelli felli adamlar meydanlarda toplanıp keşkek dövecek, gözleme yağlayacak ve yayık yayacaklar, tavuklu pilav yiyip yayılacaklar…
Turizm Haftası’nın şerefine yedi gün boyunca gelincikleri çiğneyip tarihin ağzına tükürecekler!
Turizm ve tanıtım uğruna harcanan onca değerin ‘telafisi imkansız’ ve yerine asla başka bir şeyin konulamayacağı gerçeği her geçen gün kendini daha çok gösteriyor.
Sahip olduğumuz her değerin, ancak başkalarının değerlendirmeleri üzerinden anlamlı hale getirildiği bu başdöndürücü turizm lunaparkının dışına çıkmalıyız.
Oturup kaybettiğimiz kentlere ağlamak yerine, yeni kentleri kurban vermemek için derhal ‘Unutulması Gereken Kentler Fuarı’nı organize etmeliyiz!
Bilinmeyen biz zamanda ve bilinmeyen bir yerde… ‘Unutun bu kentleri, yok böyle bir yer’ diyebilmek için. Akalan Şelalesini unutun. Cilo Dağı’nı unutun. Eğirdir Gölü’nü unutun…
Unutun. Unutun. Unutun…
Yalan Dünya Mağarası’nı unutun.
Benim unutulması gereken kentlerim, bende saklı. Kimseye söylemem.
Siz de saklayın unutulması gereken kentlerinizi, kendinize ve sevdiklerinize…
Ne güzel söylemiş Gazipaşalı Yörükler; ‘Yalan Dünya Mağarası…’
Turizm yalan bir dünya…
Bu yalan dünyayı unutun…