Yedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

söylesem acaba sizi şaşırtmış olabilir miyim? Sanmam, çünkü bizler her anlatılan masala inanma eğiliminde olan bireyleriz. Her masalı gerçek gibi düşünüp, ona göre yaşarız.
 
Benim hikayem Osmanlı döneminden başlar. Osmanlı döneminin en kanlı bir süreci yaşanır. Her tarafta ajanlar, suikastlar ortada gezmektedir, insan yaşamının sudan ucuz olduğu dönemdir. Abdülhamit ‘kızıl sultan’ olarak henüz tanınmıyordu, fakat zaman içinde o unvanı eline alacaktır. Astığı astık, kestiği kestik, kapılara işaret koyduran bir padişahtır. Her kulunun kendisini öldüreceğinden, ülkeyi parçalayacağından korkar. İstibdat dönemi olarak geçer tarih kitaplarına ama o yaşarken kimse istibdat dönemi demeye dili varamaz, varanlarında dili değil ama başı kopmuştur.
 
Destanlarda geçen, kutsal kitaplarda anlatılan yedi uyuyanlar neden uyumaya gitmiştir, çünkü baskılara karşı bireysel bir karşı duruştur. Bir mağaraya giderler ve 300 yıl uyurlar. Uyandıklarında onların uyuyan olduklarını anlaşılması kullandıkları geçerli olmayan paradan ortaya çıkar. Korkarlar ve yeniden mağaraya sığınırlar. Bu korku ve uyanışlar arasında yıllar geçer, asırlar gider, uyuyanların hep genç ve dinç kaldıkları inanılır. Fakat zaman hızlı ilerler, uyuyanlar için ise zaman durduğu kabul edilir. Zaman her uyanışta devam eder. Buna benzeyen öyküler dünyanın değişik yerlerinde anlatılır ve uydukları yerler kutsal kabul edilir.
Dünyanın değişik yerlerinde yedi uyuyanlar mağarası bulunması bundandır. Her dinden inanan gider oraya dualar eder, orayı koruma altına alır. Her mağara gerçek yedi uyuyanların mağarası olduğu söylenir.
 
Abdülhamit’in baskısından, zulmünden kaçan yedi arkadaş yan yana gelmiş ve destana uygun bir tavır geliştirmek istemişlerdir. Bu destana uygun bir yer bulurlar. Onlar dağın eteklerinde bir mağaraya gitmezler, çünkü mağaralar soğuktur. En yakın bir yeri seçerler ve İstanbul içinde bir evin bodrum katını kendilerine uygun görürler. Dışarıda herkes birbirinden korkar şekilde dolaşırken, sokak satıcıların sesleri altında bordum katında gerekli gördükleri eşyalarını yanlarına alırlar ve uymak için tüm koşulları yaratırlar. Aslında çevrede izleyen gözler onlardan şüphelenmiştir, gizli gizli bodrum kata bir şeyler taşıdıklarından dolayı. Efsaneye uygun olsun diyerekten yanlarına birde köpek almışlardır. Dışarıda Abdülhamit’in rüzgarı eserken, yanlarına aldıkları akçeler ile uyumaya başlamışlardır.
 
Zaman içinde onlar unutulurlar, izleyen gözler bile izlediklerini anımsamazlar. Dışarıda savaşlar olur, hükümetler gider, savaş hükümetler kurulur, koskoca Osmanlı küçük bir adaya sığınmaya zorlanır. Yedi uyuyanımız bunlardan elbette haberi olmaz, fakat sadık beklemesi gereken köpek, yanlarına aldıkları yiyecekleri tükettikten sonra bir aralıktan çıkıp gitmiştir. Onun gittiğinden bile haberleri olmaz, öyle bir derin uykudalar ki, dışarıda esen fırtınadan yangınlardan haberleri olmazlar. Onlar bir evin bodrum katındalar ve yukarıdaki değişimden haberleri olmayacaktır, karanlık içinde geçen zaman dilimi onların oraya uğramaz.
 
Savaş hükümeti yerini Ankara Maclisine bırakır, orada kurulan hükümet Osmanlı’yı yönetir, Osmanlı bir kararname ile ortadan kalkar, sonra rejim değişir. İstanbul büyük göç ile karşılaşırlar, eskiden kenar mahalle olan yerleri şimdi şehrin en lüks semtleri arasındadır. Mütahitler gelir, güzel evleri yıkar yerlerine beton binalar yaparlar. Betonlar ile şehir kuşatılırken, şehrin yapısı da köklü bir şekilde değişir. Ne tesadüftür ki, bunların uyduğu yere kimse dokunmaz. Kaldıkları yerler hakkında bir destan dolaşır dilden dile. Çocuklar korkularından oraya adım atamazlarken, sarhoşların mekanı olur. Zaman içinde belediye burayı bir koruma alanı ilan edip, işletmesi özel olan bir kamu alanı yapar. Şehrin içinde nefes alınacak yerdir artık. Fakat kimsenin aklına bodruma girip ne var ne yok diye bakmak geçmez, çünkü bina dışarıdan o kadar alımlıdır ve güzel gözükür ki! Yapıldığı dönemde o kadar göze batmayan bina, şimdi göze batar olur.
 
Yıllar içinde bu yedi kafadar uyanır, neden uyanır ve nasıl uyanır kimse bilemez. Sakalları uzamıştır, yıllar içinde üstlerindeki elbiseler pırtık pırtık olmuştur. Kaldıkları yeri örümcek ağları kuşatmıştır. Nedendir bilinmez ama nem yoktur. İstanbul’a nereden bakarsan bak, nem yapar, fakat işte masal ya nem yoktur. Uyandıklarında uyudukları yeri olduğu gibi görürler. Elbette gözleri karanlığa alışmıştır, o yüzden aynı olduğunu düşünürler. Görmezler ama düşündükleri gerçek olarak inanırlar. Sıkı sıkıya kapattıkları kapıyı açmaya giderler. Zar ve zor ile çaktıkları ağaçlar bir dokunuşta ayrılır, çürümüştür. Düşünürler, demek ki o anlatılan şey doğrudur. Demek her destan doğru bir şeyleri anlatır. Dokundukları kapı cılız bir ses ile açılır. Işık yakıcı olarak içeriyi aydınlattığında ciğerleri yanar, çünkü taze gelen hava ilk doğan çocuğun ciğerlerini yakması gibi yakmıştır. Öksürük tutar. Nefes almakta zorlanırlar, fakat artık yaşama dönmüşlerdir, yaşamaları gereklidir. Biraz alıştıktan sonra ışığın geldiği yöne akarlar. İlk defa gördükleri küpler ile karşılaşırlar. Metaldir, onların zamanındaki gibi ağaç değildir. Onları iteklemeye çalışırlar ama zordur, çünkü o kadar zaman sonra güçsüzdürler. Güçleri yerinde değildir. Sesleri ile yardım çağırmayı denerler ama onların çağırmasına gerek kalmadan öksürüklerini duyanlar inmiştir aşağıya. Şaşkınlık içinde bira küplerini çekerler. Gördüklerine inanamazlar, çok zayıf ve hırpani yedi adam. Üstleri dökülen bu adamların oraya nasıl girdikleri akılları almaz. Onları çıkarırlar ve sorgulayan gözler ile korkarak izlerler. Hemen bir su getirilir, arkasından bir çorba. Çünkü misafir nereden gelirse gelsin misafirdir ve en iyi şekilde karşılanması gerektiği geleneği hala yaşamaktadır. Üstlerine bir şeyler verilir, o hırpani görünüş altında neler olduğu anlamaya çalışılır. Çalışanlar her zaman sorunla karşılaştıklarını yaparlar ve patronlarını çağırırlar. Patron gelene kadar konukturlar. Allah rızası için verilen yiyecekler onların hanesine yazıldığını düşünürler. Allah korkusu hep var olmuştur, peygamberler, dinler değişmiş olmasına rağmen korku hep var olmuştur. Zaman içinde tek değişmeyen şey korkudur.
 
Çalışanlar kendi aralarında konuşmaktadır, bizim yedi arkadaş ise konuşanlardan bir şey anlamamaktadır, çünkü konuşma hızlanmış ve bir çok anlamadıkları kelimler geçmektedir. Kulaklarına tanıdık gelmesine rağmen, konuşanları anladıkları söylemek abartı olur. Ağır ağır konuştuklarında anlıyorlar, tek tek sorduklarında kafaları ile işaret veriyorlar ama konuşamıyorlardı. Konuşmayı sanki unutmuş gibiydiler. Hırpani yedi adam, bir masanın etrafında bulunuyorlardı, onların zamanında masanın etrafına sadece efendiler oturabilirdi, onlar yemeklerini hep sinilerde yemişlerdi. Şaşkındılar ve anlamaya çalışıyorlardı. Sıcak çorba iyi gelmişti, karşılarında gördükleri onları hep şaşırtamaya devam ediyordu, çünkü genç bir kız onlara gülümsüyordu. Korkan gözler ve şaşkın bakışlar altında gülümsemekteydi. O da gülümsemeye benzer bir şeyler yaptı ama sanırım gören olmadı, çünkü uzayan sakal altında hiçbir mimikleri ortada yoktu. Çökük gözler, çatlamış dudaklar ve taranmamış saç ve sakalları. Beyazlar içindeydiler. Eğilmiş bir vücutları vardı, kamburları çıkmıştı. Ya da öyle sanıyorlardı, çünkü direkt ileriye bakma çalıştıklarında başaramıyorlardı, daha çok yere ve kaşlarına doğru gözlerini havaya kaldırıyorlardı. Duvarlardaki aynalardan yansıyanlara baktılar, o yedi yaşlı insanın kendileri olduğuna inanamıyorlardı, şaşkındılar ama yansıyan ile karşısındakine bakarak anlıyorlardı ki, aslında yansıyanlar kendileri idi. İnanılması zor bir şey gerçekleşmişti.
 
Biraz kendilerinde güç bulduklarında güldüler, birbirine bakarak güldüler. Çalışanlar şaşkınlık içindeydiler. Telaşlandılar, korktular. Güvenlik görevlileri çağırmışlardı, onlarda sağlıkçılara haber vermişlerdi. Onların bulunduğu yer izleyen kalabalık tarafından doldurulmuştu. Meraklı olanlar, ellerinde cep telefonları ile olanları kayıt altına almak isteyenler. Kalabalıkta güzel kızların etek altını çekmek isteyenler hepsi oradaydı. Bir homurtu vardı, bu yedi adam gülüyorlardı. Konuşmuyorlardı ama gülüyorlardı. Kimse bilmiyordu kim bunlar ve nereden gelmişti, hatta kimse bilmiyordu, bunlar Türkçe konuşuyorlar mı? Konuşmamışlardı, bilende yoktu. Bu hırpani adamları tanıyanda yoktu, bir anda şehrin ortasında ortaya çıkmıştı. Bu lüks semtte bu tipte insanlar hiç olmazdı, giremezlerdi buralara. Şaşkınlık ve korku içindeydiler.
 
Her iki taraf aslında şaşkın ve korkuyordu, ne olacağını merak eden kalabalıkta artıyordu. Kameralarda gelmişti, ışıklar yakılmış kayıta alınıyordu. Normal olmayan bir şeyler yaşanıyordu. Doğal değildi. Doğal olmayan bir masal içinden çıkmışlardı.
 
Üstlerine bir şeyler verilmişti, resmi kıyafetliler onların kollarına girmiş ve oradan çıkarıyordu. Sokağa çıktıklarında güneş gözlerini yaktı, yumdular gözlerini, belki bahtiyardılar ilk defa güneşi gördüklerinden dolayı. Ama kollarında olanlar onları bir şeyin içine atmışlardı, çünkü onlar uyduklarında bu şeyleri yani arabaları görmemişlerdi. Etraflarına bakmak için göz kapaklarını açtıklarında bilmedikleri bir yerde olduklarını gördüler, çünkü bunlar betonu da görmemişlerdi. Bildikleri en büyük binalar saraylardı, birde üç katlı yalılardı. Tahtadan yapılmıştı genelde, taştan olan çok azdı. Şimdi her yer garipti ve önlerini göremiyorlardı. Sokaklar yine vardı ama bu sefer sokaklar nefes alamıyordu, çünkü uyduklarında sokaklara taşan ağaçlar vardı. Yeşil yoktu, o yüzden hangi mevsimde olduklarını anlayamadılar ama içlerine işleyen bir soğuk vardı.
 
Karakola götürüldüler, götürüldükleri yerin karakol olduğunu bilmiyorlardı elbette. Zabitler yoktu ama resmi kıyafeti olan, başlıkları farklı olan birileri vardı. Değişmeyen bir şey vardı, konuşma tarzları. O dönemde nasıl sert konuşuluyorsa bugünde aynı sertlik ve sabırsızlığı hissettiler. Sabırsız bir şekilde hemen yanıt almaya çalışan birileri. Demir parmaklıklar bile aynı kalmıştı, değişim çoktu ama değişmeyenlerde vardı. Kaçtıkları rejimi sanki yaşıyor gibi hissettiler ve hemen kaçıp yeniden uyumayı akıllarından geçirdiler. Fakat kaçacakları yerleri yoktu, o destanda olduğu gibi alayda edilmiyorlardı. Sorgulanıyorlardı.
 
Sorgulanan insan kendisinden şüphelenir. Sorgulayan onu suçlu gibi görür, sorgulanan ise savunmadadır genelde. Sorular arka arkaya geldikçe gülüyorlardı, çünkü soruları anlamıyorlardı. Memur bunların akli dengelerinin yerinde olmadığına karar vermişti, sorgulamaktan vazgeçip amirine durumu anlatmaya gittiğinde, bunları da demir parmaklıkların arkasına bırakmayı ihmal etmedi. Ne olur ne olur kaçabilirlerdi. Çok görmüştü bu tipte insanları, niceleri dilenciydi, niceleri akıl sağlığı yerinde değildi. Yapılması gerekenler belliydi. Kimlikleri yoktu, üzerlerinden çıkan Osmanlı parası dışında bir şey yoktu. Bir de bir Arapça harfler ile yazılı bir şeyler. O şeylerin kimlik olduğunu bilemezdi elbette, hatta Osmanlı parasını da bilemedi. Savcıya durumu bildirdiler. Savcı onları sağlık kuruluşuna havalisine karar verdi, sonrada durumu prosedüre uygun işlemleri yaptı ve Bakırköy yolu gözüktü.
 
Bu yedi yaşlı adam şimdi Bakırköy sinir ve ruh sağlık merkezinde tedavi altında, kimse onların hikayesine inanmadı. Masal gibi gelen hikayeler belki gerçek olabilir, kimse bunu görmek istemedi. Şimdi ne yapıyorlar, yaşanan dünyaya uyum sağladılar mı bilemiyorum, çünkü görüşme imkanımız yok.



http://www.cemoezkan.de
http://cemoezkan.blogcu.com

712620cookie-checkYedi uyuyanlar bir gün uyandıklarında…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.