İyi ki aydınlar var

Eskiden böyle şeyler yapmazlardı bildiğim kadarıyla, şimdi ne güzel zaman zaman toplanıp bildiri yayımlıyorlar. Birbirlerini nasıl ve nerede buldukları da anlaşılır iş değil. Biri kafasına bir şey esince bir bildiri yazıp elden ele dolaştırıyor olmalı. Yoksa bu koca kentlerde insan hısımı akrabayı üç yılda bir zor görüyor. Efendim? Geçenlerde gene, sağolsunlar, toplanıp bir bildiri yayımlamışlar: hükümetin artık oyalanmayı bırakıp şu Avrupa Birliği işine sıvanmasını istiyorlar. Hükümet bu işle doğru yanlış az uğraşmadı. Birileri gitti, birileri geldi, sonunda iyice anlaşıldı ki Avrupa bizi yanında istemiyor. Haklı mıdır haksız mıdır konusunu bir yana bırakalım, uluslararası ilişkilerde haklılık diye bir belirleyici olsa en azından bugün Irak işgal altında olmazdı. Mahallenin zenginine ille beni alacaksın diye tutturan kız çocuğuna benzemeyelim. Aydın dediğimiz insan öncelikle yaşadığı toplumun eksiklerini, açmazlarını, boşluklarını görüp göstermekle yükümlüdür. Öyle ya, biz aydınların yapıtlarından bu ülkenin toplumsal, bilimsel, siyasal, iktisadi, sanatsal, düşünsel yapısını öğreneceğiz. Var mı? Avrupa bizi yanına almıyormuş. Almıyorsa almıyor, zorla kendinizi benimsetemezsiniz ki.  

Benim kafamı karıştıran bu aydın kişilerin ülkenin asıl sıkıntılarıyla uğraşmak gibi bir sorunları olmamasıdır. Çok önemli görünen gündelik konulara alabildiğine önem veriyorlar, öte yandan can alıcı konuların neredeyse dışında yaşıyorlar. Belki de can sıkıcı işler onların uzağından çirkin bir kuş gibi gelip geçiyor. Ülkenin eğitim sorunları artık çözülemez duruma gelmiştir, bu konuda aydınlarımızın herhangi bir tedirginliği yoktur. Tarımda bitmek bilmez sıkıntılar yaşanmaktadır, bu iş tarımcıyı bile ilgilendirmiyor. Vergi sorunu ve kayıt dışı iktisat sorunu toplumun belini büküyor, kimsenin umurunda değil. Enaz ücret bir kişiyi kuru ekmekle yaşatmaya yetmez, bu da kimsenin umurunda değil. Karayollarının durumu berbat, kimin nesine! Doğu Anadolu’da tek bir fabrikası olmayan kentler var, bu da kimseyi ilgilendirmiyor. Ben artık emekli oldum, dolayısıyla üniversitelerle ilgili görüş bildirmeyeceğim dedim ama, üniversitelerin durumu bir felaket: sıradan bir meslek sahibi olarak kalması gerekirken öğretim üyesi olmuş ya da yapılmış kişiler bilgi diye kargaşa üretiyorlar, buna da aldıran yok. İşsizlik resmi rakamlara baktığınızda bile korkunç. Daha sayayım mı dostlarım? Haydi kalanını siz tamamlayın.

Biz yetmişine ha bir çeyrek ha bir saat kalmış olanlar doğal olarak bu toplumun eski zamanlarını da biliyoruz. Biz sığınaklarda saklambaç oynamışız, biz karneyle ekmek almışız, biz çok zaman kahvaltımızı üzerine ince bir tabaka margarin sürülmüş ince dilim ekmeklerle yapmışız, biz camları kış yaz kırık sınıflarda ders yapmışız, biz bu toplumun o verimsiz dönemlerde bile en azından ahlak açısından bu kadar sefil duruma düşmediğini rahatça söyleyebiliriz. Kentlerin bugünkü pırıltısı o zamanlar elbette yoktu. Tıraş olmak zorunda olduğunuz Sıhhat Berberi aylardır yıkanmamış bezleri boynunuza sarar, su yüzü görmemiş havlularla yüzünüzü kurulardı, ortada darağacı ipi gibi sallanan sinekkağıdında kapkara sinek ölüleri midenizi kaldırırdı.  Kardeşler Kıraathanesi karasinekten, hamamböceğinden, gürültüden, sigara dumanından yapılma bir sefalet anıtıydı. Birtat Pastanesi’nde yediğiniz her lokmanın içinden ömür boyu unutamayacağınız bir şey çıkabilirdi. İtimat Bakkaliyesi’ne güven duyabilmek için insanın aptal olması gerekirdi: adam kimine el altından dört kilo şeker verirken kimini yarım kilo şeker için yalvarttırırdı. Şen Kasap’ın yüzünden düşen bin parçaydı, hele adamdan iki yüz elli gram kıyma isteyin de bakın, sizi eşekten düşmüşe döndürürdü.

Nerede o zaman bugünün “market”leri, “kuaför”leri, “café”leri, alışveriş merkezleri! Emmoğlu, ne iyi ettin köyden geldiğine, bu akşam seninle falanca bara mı gitsek yoksa gidip o çiğ balıktan mı yesek? Bu pırıltılı görünümler yalnızca ve yalnızca toplumdaki iktisadi ve toplumsal denge bozukluklarının bir yansımasıdır, başka bir şey değil. Artık biri karşınıza çıkıp şunları söylediği zaman şaşmak yerine onun adına yalnızca utanıyorsunuz: “Kimsede para yok diyorlar, olmaz olur mu, gidin Boğaz’daki lokantalara bakın. Çarşılar insan dolu. Kimsede para olmadığını benim külahıma anlatınlar!” Dostlarım, o zamanlar belki çok iyi şeyler yoktu ve çok kötü şeyler vardı ama en azından bu yırtıklık yoktu. Sokaktan bir doktor, bir mühendis, bir avukat, bir gazeteci geçtiği zaman insanlar saygıyla seslerini kısarlardı. Bu kafayla bir yerlere girseniz ne olur girmeseniz ne olur? Oraya da insan kendini götürünce…


 

641980cookie-checkİyi ki aydınlar var

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.